26 Ekim 2016 Çarşamba

Siluet

Belki şiir yazmak istersin bir akşamüstü, gölgesine gün batımı düşen ağacın altında. Kim bilir belki yağmur yağar ve ıslanır o güzel saçların. Kirpiklerinde damlacıkları kalır yağmurun, sen, ışıldarsın yine. Belki de bir deniz kenarıdır hayallerinin akşamüstüsü. Yüzlerin siluete dönüştüğü vakitte kumlarda uzanmaktır arzun. Belki şarkı seviyorsundur, ne söylediğine aldırmadan onu dinlemek istersin. Ya da gecedir senin vaktin, sözlerini ezbere bildiğin şarkıyı söylersin yıldızlara.
*
Hiç duymadığım sesini özlüyorum çoğunlukla. Daha önce hiç yakından görmediğim kirpiklerinin sayısını biliyorum ben. Seni hangi isim ile çağırıyorlar bilmem ama ben sana Firuze diye sesleniyorum. Bir kere gördüm seni Firuze, uzaktan, gün batımıydı. Siluetindi aslında gördüğüm. Saçın ne renk tam bilmiyorum. Teninin çok esmer olmadığını biliyorum ama emin değilim sarı mı yoksa kar beyaz mıydı? Sırtın dönüktü bana, altında kısa bir etek, üstünde salaş bir hırka vardı, ayağında postallar. Rüzgar saçlarını savuruyordu. Omzundan kayan çantanı yerine sabitleştirirken çevirmiştin kafanı. Önce saçlarının ahengine kaptırdım kendimi sonra yüzünün tamamına yerleşen o sıcacık gülümsemende mıhlandı aklım. Sonra hızla uzaklaştın oradan. Tam olarak bu bir iki dakika senin ile olan mazimiz. Sen farkında değilsin hala ama ben ömrümü o gülüşte bıraktım. Başka bir deyiş ile de o tebessüm ile başladı ikinci hayatım.
*
O günden sonra artık günlerimin tamamını seni daha fazla, daha fazla, daha da fazla düşünerek geçiriyordum. Ve her defasında yetmiyordu yirmi dört saatler. Sahi şu günleri kırk iki saat yapmanın bir yolu yok muydu? Hiçbir şeye tam olarak konsantre olamıyordum. Çünkü zaten bir yere büyük bir çoğunlukla konsantreydim. Geri kalanı ile iş, aile, arkadaşlar, iç ve dış hayatımı idare etmeye çalışıyordum. İş yerindeki Rasim ağabey fark etmiş olayı, gelip bir iki sordu "Oğlum Rıza iyisin değil mi, bir haller var sende", yok deyip geçiştirdim o da geçiştirdiğimin farkında olarak " Sen öyle diyorsan", demişti imada bulunarak. Bu sebep ile de daha fazla incelemeye alacaktı beni. Rasim ağabey baba adamdır.  Şirkette kime ne olmuş, ne olacak, kim nasıl ne durumda hep bilir. Ve hiç kimse ile çok fazla konuşmadan yapar bunu. Çünkü onun işi bu, gözlem ve takip, işçi olarak da görev tanımı bu, karakter olarak da bu. Dedim ya baba adamdır. Baba gibi dıştan gözetleyip en içten tamir eder.  Bunu bildiğim halde anlatmamıştım olanları. Bir de ne anlatacaktım. Ortada adını bile bilmediğim, yüzünü tam görmediğim ama delicesine aşk yaşadığım bir kadın var desem ne kadar inandırıcı olurdu. "Oğlum git deli misin" demezler miydi? Kendimi kaybettiğimi, hayaller dünyasında yaşadığımı düşünüp alay konusu yapacaklardı Firuzemi. Olamazdı buna asla izin veremezdim. Ve mutlaka bir gün yine görecektim Firuzeyi. 
Yirmi dokuz gün geçti seni ilk gördüğüm günün ardından. O günden beri her gün aynı saatte aynı yerde geçmeni bekleyişimin yirmi dokuzuncu günü bugün. Ve yine yoksun. İnanıyorum ki bir gün yine karşılaşacağız ve ben sana bunları anlatma fırsatı bulursam belki güleceksin. Aptal olduğumu, şaşkın olduğumu düşüneceksin. Belki de aklı yitik zararsız bir deli belleyeceksin beni. Ben yüzündeki o tebessümü bir kere daha görebilmek için yitik bir akla bile razıyım oysaki ama nereden bileceksin. Hele ki birini sevmediysen tek bir gülüş için veya sevilmediysen gülüşüne sebep. ... Bazı insanlar delirerek sever sevince, ne yaptığının farkında olmadan, kırıp dökerek ve bunun yanlış olduğunun bilincinde olmadan. Bazıları da bir deli gibi sever saf, temiz, öylesine masumane. Sen şimdi bilmiyorsun ama ben bu ikincilerdenim. Deli gibi ama aklı başında seviyorum seni. Saçlarının, kirpiklerinin sayısını biliyorum ben. Ama varsan baksan bunun ne demek olduğunu bilmeyenler var. Merak içindeyim aslında adın ne, yaşın tahmin ettiğim gibi yirmi dörtlerde falan mı, evli misin? Şiir sever misin mesela? Sevdiğin renkler arasında mavi kaçıncı sırada, yeşil sana da huzur veriyor mu, bembeyaz bir ev gördüğünde derin bir nefes alma ihtiyacı duyuyor musun sen de? Kıyılar mı senin rotan yoksa bir türlü anlayamadığım deniz sevmeyenlerden misin? Cevabını merak ettiğim sorular saymakla bitmez tabii. En çok da çektiğin acıları merak ediyorum aslına bakarsan. Yoksa başka türlü bu kadar derin tebessüm mümkün değil. Bir dünya acı yaşar insan böyle muntazam bir gülüşe sahip olmak için.  O kirpiklerin o şekli alması boşuna değil, belli ki göz yaşları beslemiş onları. Ben burada yirmi dokuz gün önce tam olarak göremediğim iki dakikalık seni, sevmeye bile kıyamazken sol yanından kırmışlar seni acımadan üstelik. Kırılan yerlerinden seviyorum seni ey Firuzem, kırılan yerlerinden. Ah bir de bilsen, bir kere daha görsem.
*
Rasim ağabeyin gözlemleri sonuç verdi sonunda. Dün beni çağırdı yanına birer kahve söyledi ikimize " Anlat bakalım Rıza, aşık olduğunun ama bunu herkesten gizlemenin sebebi nedir bir dinleyelim. Evli mi oğlum kadın yoksa, kötü yollu bir kadına mı vuruldun neden saklarsın sessizleşirsin susarsın. Bildiğimiz Rızanın havalarda uçması gerekirdi sen baya baya kendini kapattın. Çaycı Fatma hanımın bile dikkatini çekmiş. -Yazık hasta falan mı anası babası da uzakta çorba falan yapayım eğer öyleyse, dedi, geçen bana, Yok bir şeyi dedim. Anlat hele", anladım ki kaçış kalmamıştı anlatacaktım mecbur, "Yok Rasim ağabey, aşık olduğum doğru ama beni biliyorsun kimsenin karısında kızında gözüm olmaz. Bir akşamüstü yüzünü bile tam görmediğim bir gülüşe vurgunum.Belki deli falan sanacaksın beni ama durum bu. Yarım yamalak gördüğüm ama bir türlü aklımdan çıkaramadığım bir iki dakika". "Ulan ben de diyorum bu çocuğu böyle kıvrandıran ne, aşkın yarım yamalağı olmaz evlat bir anı olur. Bir anda ömrü olursun, ömrün olur. E bir daha gidip bakmadın mı desem bu meftun halinle oradan ayrılmamışsındır, ne diyeyim çocuk olacaksa elbet olur". İçim rahatlamıştı ben gülebileceğini düşünürken Rasim ağabey yine yapmıştı babalığını. 
*
...
*
Otuz ikinci günden günaydın, ilmek ilmek her hücresini sevdiğim kadın. Bugün baksana gökyüzü nasıl mavi bulutlar kar beyaz ve ağaçlar daha bir yeşil. Bütün sevdiklerim bir arada sanki, bir sen eksik, bir gülüş yarım bir de ben hala sende. Nasıl bir şey anlamıyorum. Seni bir türlü aklımdan çıkaramamamın sebebi ne bulamıyorum? Ve aradan geçen bir aylık  zamandan beri nasıl oluyor da hala kendimi toplayamıyorum. Oradan geçen onca insanın içinde dikkatimi senin çekmen, herkesin yüzünde olabilecek iki saniyelik bir tebessüm, beni bu kadar kendimden nasıl alabilir. 
Aşk demişti dayının biri bir gün, öyle her an gözünün önünde olması, el ele kol kola olmak, öpüp koklamak demek değildir. Bu dürtüdür. Aşk dalgınlıktır. Kokudur, uçuşan saç telleri, kıvrık kirpikler, yukarı doğru çekilen dudak kenarlarıdır. Gözünün önünde olmadığında bile onu gözlerini kısarak sevmek, kulaklarında her an onun o naif sesinin şıkırtısı. Aşk kalp ile gözün bir olması, bir kişiye ait olmasıdır. Yaşadığım tam olarak buydu, dayının deyimi ile aşıktım ben. Bunu bir de sen anlasaydın, görseydin, hatta sen de sevseydin beni. 
Geldi yine gün batımı. Otuz ikinci günün batımı. Çaresizce yine başladım etrafa bakmaya Firuze. Bir saate yaklaşmıştı bekleyişim umudumu kesip sırtımı döndüm, hemen on adım ilerimdeydin. Gözlerimi hızlı hızlı açıp kapattım ovaladım. Yanılmıyordum bu sendin, o tebessümü unutmam, başkasıyla karıştırmam mümkün değildi. Gayriihtiyari seslendim. Gözlerime inanamadım, adın Firuze idi. Dönüp bakmıştın. Arada hiç kimse yoktu tam olarak sana bakıyordum "Efendim" dedin, beni tanımadığını belli ederek. Derin derin yutkundum ne diyeceğimi bilemeden. Yanıma doğru gelip " Bana seslendiniz, Firuze demediniz mi", dedin. Tam olarak bir aptal gibi hissediyordum o an kendimi. "Evet, evet ben dedim, Firuze dedim", dedim nasıl açıklayacağımı düşünerek. Reddedemezdim çünkü bu an için otuz iki gündür bekliyordum. "Adımı nereden biliyorsunuz, sizi tanıdığımı sanmıyorum" demiştin. "Evet tanışmıyoruz, Firuze benim sana verdiğim isimdi. Anlamadım, ne diyorsun gibi bakmıştı. "Müsaaden olursa anlatayım vaktin varsa", dedim. Meraklı meraklı bakışlar içinde "Dinliyorum" demiştin.
Otuz iki gün önce seni şu açıklıkta görmüştüm, gün batımıydı yine, bundan biraz daha erken bir vakit. Sırtın dönüktü önce bana sonra kafanı çevirmiştin yüzünün tamamına yerleşen bu güzel gülüşünde kaldım ben. Saçma gelecek belki ama otuz iki gündür her gün aynı yerde geçmeni bekledim. 
- Anlamadım.
Anlamaman normal deli olduğumu falan düşünüyorsun belki ama durum bu. Bir aydır her gün buradayım ben. 
- Peki ya ismim, Firuze diye seslendiniz bana.
Evet Firuze benim senin için seçtiğim isimdi. Ne adını biliyordum, ne sesini duymuştum, ne de tam olarak yüzünü görmüştüm. Ama her gün senin ile konuşuyor, gözlerimi kısıp seni gördüğüm o iki saniyeyi düşünüyordum. Bir isim verdim sana gerçekten senin kim olduğunu bilmeden. Tanımıyorsun, şu an ilk defa görüyorsun beni.  
- Hayır ilk defa görmüyorum, evet cisim olarak ilk defa görüyorum ama birkaç defa rüyamda gördüm sizi. Yüzünüzü değil aslında sesinizi. Üç defa oldu sanırım bu ses uykumda bana sesleniyordu. Sadece Firuze ve sonra yankıları. Sizce de çok garip değil mi?
İnanamamıştım kulaklarıma. Heceleyerek "Evet Garip" diyebilmiştim.
-Şimdi sizi merak ediyorum, uzun süre sesinizi dinlemek istiyorum. Yanılmadığımı sanıyorum ama emin olmak istiyorum, rüyamdaki Firuze'yi sizin söylediğinizden.
Sen konuştukça iyice aptallaşıyordum, ne diyeceğimi unutmuş, nasıl davranacağımı şaşırmış durumdaydım. Dalmış olmalıyım ki koluma dokunarak "Size diyorum şurada biraz otursak mı, vaktiniz varsa." demiştin. Bütün aptallığımı kuşanmış bir yüz ifadesi ile "Tabii tabii" dedim önden önden yürüyerek. Nasıl bir şaşkınlıktı ki üzerimdeki Firuzeyi bırakıp önden gidebilmiştim. Bunun farkında olarak açıklamada bulunmuştu.
- Bu kadar şaşırmanıza gerek yok. Ben işaretlere inanırım. Sizin sesinizi rüyamda duymuş olmam, bana Firuze diye seslenmeniz tesadüf olamaz. Benim anlatacak pek bir şeyim yok ama sizi dinliyorum lütfen anlatın.
Biraz biraz rahatlamıştım. Rasim ağabeyden, Fatma hanımın beni hasta sanmasına kadar her şeyi anlatmıştım. Göz ışıltılarıyla büyük bir merak içinde dinliyordu beni. Zaman zaman şaşırdığını belli edecek şeyler söylüyor, kimi yerlerde derin derin iç geçiriyordu. Bu memnuniyetini görmek beni daha çok memnun ediyordu. Parkın bahçesinde oturuyorduk hava zifiri karanlığa dönmüş ay iyice tepeye yerleşmişti. Bunu anca arkamızdan geçen köpeğin çıkardığı hışırtıya dönüp baktığımızda anlamıştık. 
-Hava da bayağı kararmış, saat ilerlemiş tabii, gece olmuş.
Evet gece olmuştu, günlerdir beklediğim an gelmek bilmemişken nasıl oluyordu da şimdi saatler dört nala koşuyordu. Onu daha yakından tanımak istediğimi söylemiştim bir daha ki sefere diye de vurgulamıştım.  O şahane gülüşünün tüm yüzünü kapladığı sıcaklığı ile çok isterim demişti. Önümüzdeki Cumartesi için aynı yerde buluşmak üzere sözleşmiştik. Onu evine kadar götürmüştüm. İçeri girdi. 
Ey gece gitti gül güzelim şimdi yavaşlayabildiğin kadar yavaşlayabilirsin yine. Tüm işin bu senin, sevdiğimli vakitleri atla koştururken onsuz her anı karınca sırtında geçiriyorsun. Ama olsun artık benim olan için beni bekletiyorsun, belli bir zaman için, sayılı gün için. Sahi bugün salı nasıl geçecek şimdi kocaman kocaman günler. Haydi, yap bir güzellik bir an önce Cumartesiye taşı beni.

...


7 Ekim 2016 Cuma

Zat-ı Şahane

...
Bazı zamanlar tek manzarası sokak lambası olan pencerenin önündeki eski koltuğa oturur ve saatlerce susardı. Ben de eski bir halı ve o koltuktan başka eşyası olmayan dinlenme alanının son merdivenine oturur onu izlerdim.
O belki, gecenin karanlığı üstüne çökmüş o kör sokak lambasına kendini anlatırdı. Belli ki kendinde konuşulmaması ya da konuşmayı gerektirmeyen şeyler fazlacaydı. Bir insan nasıl bu kadar susar, nasıl bu kadar hareketsiz kalır diye düşünürken, saatlerce susup onu izlediğimi unutuyor olmalıydım.
Bu gece yine onlardan biriydi. Zat-ı Şahanem dikmişti yine sokak lambasına gözlerini. Böyle zamanlarda belirli pozisyonlarda oturur. Bazen ellerini ensesinde birleştirip, kafasını koltuğa yaslar, ayaklarını da üst üste koyar. Böyle oturduğunda susma süresi çok olmaz ve sonra kalkıp yerine yatar. Bazı zamanlar ise ayaklarını koltuğa çeker, ellerini dizlerine dayayıp, yüzünü yumruklarının arasına alır. Bu, bu gece burada uykuya dalabilirim demek olur. Susma süresi öyle uzundur ki ne zaman uyuyakaldığının farkındadır ama yine de kalkıp yerine yatmaz.
Ve şu an gözlerimin önünde bu şekilde oturuyor. Bu gece yine yatak yüzü görmeyecek sırtımız. O sokak lambasına dikti gözlerini, ben sırtımı merdivenin korkuluğuna dayadım, gözlerim ise her zaman olduğu gibi ona kilitli. O neleri içine akıtıyor bilmiyorum yine. Anlatamadığı nedir, neden benim ile konuşmak istemez, ben de hep bunları düşünürüm. Diyorum ki kendi kendime, " Bir sevdiği vardı da zorladılar mı benim ile evlensin diye" ya da " Gönlü bir başkasına mı kaydı" diyorum. Sonra silkeleniyorum bu düşüncelerden. Çünkü ben onu çok iyi tanıyorum. Nefes alış verişlerindeki ritmin değişiklik sıklığını ve onların neden değiştiğini bile biliyorum. Sonra bana karşı ilgisiz değil, yanlış yaptığı hiçbir şey yok. Ben incinmeyeyim diye kelimeleri bile itina ile seçer. Uyurken sıkı sıkı sarılır mesela. Seni Seviyorum demedi hiç kaç zaman geçti ama " Bugün hava soğuk olacakmış sıkı giyin üşütmeyesin o güzel ellerini" dedi. " Bu yemek nasıl güzel yakışıyor senin ellerine" dedi. Bunlar hep "Seni Seviyorum"dan çok daha değerli oldu benim için.
Her şey çok güzel aslında, yolunda gitmeyen hiçbir şey yok ve huzur hiç eksik olmaz bu evden. Bunlara rağmen bu kadar düşündüğü ne olabilir, sessizleştiği, uzaklaştığı, yabancılaştığı. Bunu çözemiyorum bir tek. Boynunu büküp ağzını büzüştürdüğünde bir şeyi söylemekten çekindiğini biliyorum mesela. Tek kaşını hafif kaldırıp belli belirsiz bir tebessüm ile yanağımı okşuyorsa işi ile ilgili güzel şeyler olduğunu. Dilini dişlerinin arasında gezdirdiğinde bir şey söylemek için sabırsızlandığını biliyorum artık.
...
Ben böyle düşünürken uyuyakalmışım sesi ile irkildim. " Bal yüzlüm haydi kalk yerimize gidelim". Şaşırıyorum. Zamanın çok geçmediğini düşündüğümden saati soruyorum "On bir buçuğa geliyor" diyor. Bir kere daha şaşırıyorum. Bu pozisyonda otururken ilk kez bu kadar erken uyumak istiyor üstelik yatağında. Gayriihtiyari " Sokak lambası mı patladı" diye soruyorum. Elimden tutup kaldırırken tebessüm ediyor. " Sana kıyamadığımdan" diyor ve ekliyor, " Bunca zaman geçti bir kere bile sen ne düşünüyorsun diye sormadın, için için kemirdiğini bildiğim halde sormadın. Her defasında gelip şuraya oturdun, ben ne kadar sustuysam sen de o kadar sustun. Sen bana bu kadar vefa gösterirken ben nasıl bu can acıtıcı yerde uyuyakalmana göz yumarım. Ben bir kere daha şaşırıyorum ve içimden " 3,5 ay oldu anca mı kıyamıyorsun" diye geçiriyorum. Aklımı okumuş olacak ki " Hayır 3,5 aydır aklım başımda, öyle düşündüğün gibi derdim tasam da yok. İlk gün yorulduğum için şöyle bir oh çekeyim diye oturmuştum, biraz oturup kalkacaktım. Sen gelip yanıma değil de oraya oturup hiç bir şey sormadan öylece beni bekleyince anlayışın çok hoşuma gitti, sonra biraz daha durdum ve sen yine sabırla beni bekledin, o kadar çok hoşuma gittin ki ara sıra bu keyfin tadını çıkarmak istedim. Çok mu zorladım seni, kızdın mı bana?" Yüzüm şaşkınlıklara doymayan ifadelere boğuluyor ve öylesine mutlu oluyorum. Yüzünü avuçlarımın içine alıyorum "Çok rahatlattın beni. Yok zorlanmadım, insanın eşi ağır gelmez insana." Derin bir nefes veriyorum bu defa ellerini tutuyorum. " Kızmadım, kızmadım da endişelenmiştim biliyorsun, deseydin böyle mutlu olduğunu ben yine buracıkta oturur beklerdim seni." Bu defa o, yüzümü avuçları içine alıyor, alnıma bir buse konduruyor, "Bu evdeki huzurun sebebi sensin, boşuna bal yüzlüm demiyorum ya sana", sıkıca sarılıyor, " Haydi kalk saat geç oluyor uyuyalım artık"
Kaç aydan sonra huzur dolu bir uyku çekiyorum.
...