20 Temmuz 2018 Cuma

Ağlayacağım kadar çok acıyor anne

Buraya not düşmem gereken bir dolu olay oluyor ama bu ara yazamıyorum çok. Fakat bu es geçmek istemediğim bir olay.
Geçen hafta üç günlüğüne Amasra'ya gittik. Amasra muhteşem doğası ile çok da bozulmamış bir ilçe. Denizi güzel. Kocaman kayaların üstünde oluşan ağaçları, taş evleri, tahta yapıları. Mesela polis karakolu, zabıta karakolu, kaymakamlık binası gibi yerler hep tahtadan ve hepsi çok şirin. Parklardaki çocukların oynayacakları alanların birçoğu tahtadan. Kalenin içine yapılmış evleri insana hala o tarihin içinde yaşıyormuş hissi veriyor. O evler arasında tepeye çıkıyorsun ve tepe de ağlayan ağaç var, ağladığı yok tabii ama eski ve neredeyse kurumuş bir ağaç. Burada küçük bir büfe var ve şahane çay yapıyorlar o çayı Tavşan adasına karşı içiyorsunuz. Tavşan adası kayadan oluşan, üstü ağaçlar, martılar ve karabataklar ile dolu küçük bir kaya parçası. Ama manzarası olağanüstü güzel. Mesela otogarı bile deniz manzaralı. Otogarın yanında Osmanlı döneminden kalma Denizcilik okulu var, şimdi müze olarak varlığını devam ettiriyor. Her türlü lüksten uzak, çok keyifli, bıraksalar hiç çıkmak istemeyeceğim sıcaklıkta bir yer Amasra. Doğa, deniz ve tarih bir arada bulunuyor ben daha ne isterim ki :)

Oğlum için gitmiştik daha çok esasen. Denize girsin, eğlensin. Ki çok eğlendi. Giderken "Anne havuz yok nasıl o kadar eğlenirim ki?" diye hayıflanmalarını "Anneciğim havuzdan çok daha fazla eğleneceksin." diyerek ikna etmiştim. Çünkü kaydıraktan hızla kayıp suya düşmek çok büyük keyif benim su kurbağam için. Oraya gittiğinde her denizden çıkışında "Anne iyi ki gelmişiz değil mi çok eğleniyorum" diyerek, kendisi de bunu onaylamış oldu. Kumdan kaleler yaptık, çamura bulandık, hatta vücudunu çamur ile kapladım ve öylece kurudu, yüzdük, su savaşı yaptık, evet denizin içinde su savaşı yaptık :)) su topu oynadık, falan bir dolu keyifli vakit geçirdik. İyi ki de gitmişiz gerçekten.

Üç gün sonra dönecekken birden kulağı ağrımaya başladı, "Anne içinde su varmış gibi oluyor." dedi. Oranın aciline gittik. Durumu anlattık, muayene oldu. Damla ve ilaç verdi doktor. Hemen damlattık birkaç dakika sürmeden kesildi ağrısı. Bir derin nefes aldık. Sonra otobüste ağrısı tekrar tuttu ve ağlamaya başladı. "Anneciğim ağlama geçecek şimdi" deyip sarıldım, kulağını bağrıma yasladım. İşte bunu buraya not almama sebep olan o cümleyi söyledi. "Anneciğim ağlayacağım, çünkü ağlayacağım kadar çok ağrıyor" ... Masum meleğim benim... O anda durdum ve ne diyeceğimi bilemedim, bir kere daha sarıldım, sonra damladan damlattık bir daha, yine hemen kesildi çok şükür ağrısı. Sabah baktığımda kulağından kumlar bile akmıştı. Birkaç gün devam ettik, bin şükür şimdi iyi.

Geriye bu masumluğumuz kaldı. Bir çocuk kalbi ile sevebilsek dünyayı, sadece ağlayacağımız kadar çok acıyan durumlarda ağlasak mesela. Her şeyden şikayetçi olmasak. Bir çamurdan ne kadar mutlu olabiliyorsa çocuk, o mutluluk sarsa bizi.

Ne yapın ne edin ama mutlaka kalbinizi genişletmeye, orayı arındırmaya bakın..
Sevgiler...










24 Nisan 2018 Salı

Minik Kalbini Sevduğum Uşak

Uzun zaman oldu yazmayalı başka şeyler ile meşguliyetim fazla bu ara onun ile ilgili bir durum. Ama bunu yazmam gerekiyordu, anılar defterimde olması gereken bir incelik çünkü. 
Çünkü minuk galbini sevduğum uşak yine beni galbimden vurdi.
Bir çoğunuz biliyorsunuzdur ki geçen hafta Beşiktaş-Fenerbahçe maçı vardı, kupa maçı. Maçta kavga gürültü çıkınca tatil edildi en sonunda. Ama öncesinde Pepe diye bir oyuncu var Beşiktaş'ta o biraz sert bir oyun sergilemiş. Hatta bir defasında resmen Fenerbahçeli oyuncunun ayağına sert bir darbe yapmış kayarak, güya topa müdahale adında. Ama bildiğin ayak kırma operasyonu gibi bir durum. Bu duruma çok üzüldü benim minik paşam. Durup durup;
- Yazık değil mi ya? O da futbolcu değil mi? Neden bu kadar sert oynuyor ki? Ya ayağı kırılsaydı?  gibi cümleler ile hayıflandı durdu. Kendisi de futbolcu olmak istediğinden bu bir ders oldu aynı zamanda. Dedik ki "Bak bu yanlış ve sen bunun yanlış olduğunu gördün, sen bu şekilde davranmazsın artık tamam mı annecim/babacım?" " Ben öyle şey yapar mıyım anne çok kötü bir şey bu?" diye de cevabımızı aldık.
Üstünden vakit geçti dün 23 Nisan vesilesi ile evdeydik ikimizde, içeride oyun oynuyordu, ben de yemek yapıyordum. Kalkıp yanıma geldi.
- Anne Pepe Müslüman değil ya ondan aslında biliyor musun?
- Ne demek istiyorsun anneciğim, biliyorum Müslüman değil ama ne demek istediğini anlamadım?
- Müslüman değil işte onun için öyle oynuyor?
Yüzümde belirgin bir tebessüm oluştu.
- Müslüman olmadığı için mi sert oynadığını düşünüyorsun?
- Evet anne. Eğer Müslüman olsaydı merhamet ederdi. Belki ayağını kırarım o da bir daha oynayamaz diye düşünürdü. Ama düşünmedi direkt ayağına girdi. 
- Merhametin sadece Müslüman olan insanlarda mı olduğunu düşünüyorsun peki sen?
- Öyle değil mi?
- Merhamet bütün insanlarda olabilir. Merhametli olmak Allah'tan gelen güzel bir duygudur. Müslüman olan insanların da merhameti az olanları olabilir.
- Tamam da anne yabancılar genelde daha sert oynuyor. Onlar pek düşünmüyorlar.
- Tabii olabilir
- Ama Ronaldo Müslüman değil mi anne? O çok yardımsever ve çok düşünceli. Onda merhamet var.
- Ronaldo Müslüman değil ama Müslüman olması en çok istenen tanınmış kişi olabilir. Birçok kişi onun Müslüman olmasını istiyor ben de dahil.
- Yaa(Büyük şaşırarak) gerçekten mi değil, nasıl değil anne sen buna emin misin?
- Evet değil ama bak o da çok merhametli gördün mü?
- Ama anne Ronaldo Müslüman olamaz mı?
- Onun için dua edelim olur mu? Belki Allah ona da nasip eder.
- İnşaallah anne yaa. Neyse ben gidip oynayayım.

Çocuk kalbiyle yaklaşmak olaylara ne kadar basit ve bir o kadar da derin. Şimdi o minnak kalbiyle "Ronaldo Müslüman olsun Allahım" diye dua etti. Belli mi olur belki kabul olur, küçücük bir çocuğun duası koca bir insanın hayatını değiştirir, güzelleştirir. Hayata çocuklar kadar basit bakabilsek aslında, hiç tanımadığımız ve bizi hiç tanımayacak biri için dua edebilecek bir kalp taşısak. Bizi tanımayacak ve belki sevmeyecek olan birilerini bile ondan habersiz sevsek. Arındırsak kalplerimizi, sadeleştirsek. Sadece verdiklerimiz ile değil de aldıklarımız ile de ilgilensek. Belki hafifler omuzlarımızdaki yükler, kalbimizi temizlersek. Belki sevgi ile dolarsa kalplerimiz, kolaylaşır hayat. Belki merhamet edersek, merhamet edilenlerden oluruz da güzelleşir yaşamlar...

"Güzel  gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır..."






2 Ocak 2018 Salı

BEDDUA


            Bir Ramiz dayı etkisi ile konuşacak olursak “ Mesele sana zulmedene beddua etmek değil yeğen, mesele zulmedene de dua edebilmekte.” Bir gün Efendimizin(sav) birine kızınca “ Allah(cc) başını secdeden kaldırmasın” diye dua ettiğini duymuştum. Hani bir şeye inanamadığın zaman vay be der gibi bir ağız hareketi yaparsın ya. Ben de öyle olmuştum. Merhamete bak demiştim, içimin en derininde bir ferahlama olmuştu. Ne güzel bir peygambere ümmettik. Bizi bu güzel Nebi’ye ümmet edene elhamdülillah, layık olalım inşallah.
            Gerçekten mesele buydu. Yoktu öyle benim kalbim temiz deyip oturmak. Ne kadar temizdi kalbin. Mesela biri seni incittiği zaman sabrın neresinden bakabiliyordun. Sukut ile karşılayabiliyor musun, gelen sıkıntıyı, yoksa dilin hemen bedduaya mı dönüyor? Hemen her öfkende karşı tarafa kötü söz söyleyebiliyorsan, o temiz sandığın kalbi yavaşça yere bırak. Kirin pasın içinde daha fazla çürütme o kalbi. Eğer seni sadece öfkelendirene sabır gösteriyor da zulmedene kusuyorsan öfkeni, yine çok çok temiz değil kalbin. Pekala temiz kalp ne ile ölçülür. Önce bunun muhakemesini yapmak gerek. Öyle içinden bir şey geçirirsin, bir anda oluverir, birini göreceğini düşünürsün karşında belirir. Sonra da kalbim ne kadar temiz bak karşıma çıkıverdi diye düşünenlerdensek eksiğimiz çok demektir. Zira kafirlerin de her istedikleri anında verilir. Muhakemeyi iyi yapmak gerekir.
Kalbin temizliği Allah(cc) ile olan münasebetin ile ilgilidir. Allah’a(cc) ne kadar muhabbet ile bağlı olduğun ile ilgilidir. Gözlerini kapatıp Allah’ın(cc) kalbinde ne kadar yer tuttuğunu düşün, gün içinde Allah’ı(cc) özleyip özlemediğini, verebildiğin cevap kadar temiz kalbin. Günün dünyalık telaşına düşüp koşuşturma esnasında hiç aklına Allah(cc) gelmiyorsa, o telaş bittiğinde yine koşa koşa secdeye oturmuyorsan. Bir köşeye çekilip içini Allah’a(cc) dökmek için can atmıyorsan, kalbin karanlık, kurumuş bir kuyudan farksızdır. Hiç Allah(cc) demeden günü kapatıp, başını için rahatsız olmadan, kendinde bir eksiklik hissetmeden o yastığa koyuyorsan, kalbinin temizliğine bir Fatiha oku. Zira içi temiz olan kalp Allah(cc) için atar. O kalbin her zerresinde Allah(cc) vardır. Eğer gün içinde hiç Allah(cc) ile yalnız kalacak bir vakit bulamaz ise gün bitsin diye dua eder. Dört gözle bekler o secdeye başını koyacağı anı. Dua vakti geldiğinde derin bir “Ohh” çeker. O oh da gizli olan ferahlama bütün hücrelerine ulaşır. O oh da dilden dökülmeyen ama gönülde destanlar yazan bir dolu şükür vardır. Günü de hiç Allah(cc) demeden kapatmaz zaten her fırsatta için için duasını eder, şükrünü eder. Allah(cc) ile yalnız kalamadığı her an için tövbe eder. İlla ki ağzından dökülmez tövbeler, dualar, gözü ile, kaşı ile, gönlü ile, belki derince bir yutkunma ile Allah ile olan varlığını devam ettirir. Belki her istediği, her an olmaz ama bilir Allah geciktiriyor ise güzelleştiriyordur.
Kalbi Allah(cc) ile dolu olan insanın gözüne yaş değer ama gönlüne gam düşmez. Böylelikle öfkesine gösterdiği sabrı, zulmedene de gösterir. Çünkü bilir Allah’ın(cc) hesabı kullarınınkinden çok daha büyüktür. Çünkü bilir öfkesini de zulmünü de teslim ettiğinin merhameti de azabı da çok büyüktür. Kendisini merhametine, zulmedenleri de azabına teslim eder. Teslimiyet Allah’ın(cc) kullarından beklediği, sabır ile beklediği bir şeydir. Kalbini Allah’a(cc) teslim eden kişi zulmedenine de dua edebilir. Diyebilir ki; “ Allah’ım(cc) sen bana zulmetmiş olanları affet, ne olur affet, öyle bir affet ki başları secdenden kalkmasın. Onları imanın ile bürü, öyle güzel bürü ki bana ettikleri bu zulmü bir daha başkasına yapamasınlar. Bana çektirdikleri acılar vicdanlarının efendisi olsun. İmanlı insan için vicdanından daha büyük, mükâfat ve ceza yoktur. Sen en doğrusunu bilensin, duam bellidir, duam sana teslimdir, cezası da mükafatı da senin elindedir. Amin”
Bu duayı ilk yaptığımda kalbimi muhakeme etmiştim. Yürekten mi? Değil mi? O zaman tam olarak yürekten değildi. Teslimiyet konusunda değildi sıkıntı. Zulmedenler için dua etmek ne kadar doğruydu, bunu düşünmüştüm. Beddua etmek hiçbir zaman hayatımın bir parçası olmadı. Ama yine de bana acı yaşatan insanlar için dua etmek, onların affını istemek, affetmek… Bunlar, nefsi olan biri için kabul etmesi zor şeylerdi. Bu duayı her gün ettim. Bir zaman sonra fark ettim ki, yürektendi artık. Doğruydu yaptığım, çünkü beddua etmiş olsaydım, her gün, onlardan bir farkım kalmayacaktı, o acılar hep taze kalacaktı. Kabuk bağlamayacaktı. Daha da kötüsü, hiçbir zaman kalbimi temizleyemeyecektim, hep bir yerinde her gün üstüne eklenen bir leke olacaktı. Nefsim buna bayılacaktı, her defasında, daha fazlasını yapmam için büyük büyük ilhamlar fısıldayacaktı kulağıma. Ve ben o fısıltıların çoğuna uyacaktım. Çünkü hayat böyledir,  yönün neyeyse, yolun orayadır. İyilik iyilik ile, kötülük kötülük ile, uyku uyku ile beslenir. Sabır da bunlardandır, sabrettikçe biraz daha sabretmeyi, sonra biraz daha sabretmeyi öğrenirsin. Hem Allah’ın(cc) sözü vardı, “Allah(cc) sabredenler ile beraberdir” demişti, hiç Allah(cc) sözünden döner mi? Allah(cc) ile beraber olanın gönlüne gam düşer mi? Düşmezdi, düşürmezdi…
Pekala neydi sorun, Allah’ın(cc) verdiği söz neden bize yeterli gelmiyordu, komşunun bir “Tamam!” deyişine inanırken, neden Allah’ın(cc) sözünün üstüne söz koymayı daha uygun görüyorduk? Komşunun ağzından çıkan beş harflik bir “Tamam” kelimesinin neyi daha inandırıcıydı, her şeyin Sahibi(cc) olandan. Çünkü komşumu her gün görüyordum, dertlerini biliyordum, o da benimkileri biliyordu, çocuklarını seviyordum, o da benimkileri seviyordu, gizli paramın yerini bildiği halde anahtarımı teslim edebiliyordum. Neden? Çünkü onu tanıyorum, biliyorum, güveniyorum. Şimdi cevap daha belirgin oldu değil mi? Sorun aslında Allah’ın(cc) sözüne komşununkinden daha az güvenmek değil, Allah’ı(cc) komşumdan daha az tanımaktı. Bilmemekti.
Gönderdiği kullanma kılavuzumu okumadığımdan O’nun(cc) ile tanışmamıştım da. Beni ne kadar sevdiğinden, koşulsuz, karşılıksız ve sınırsız sevdiğinden bihaberdim. Nimetlerin tamamını benim için yarattığından, bu dünyayı ve içindekileri bizim için yarattığından habersizdim. Güneşi, suyu, bu koca evreni benim için yaratmıştı. Onları bizim hizmetimize sunmuştu. Habersizdim. Sanki her şey kendiliğinden olmuş gibi yaşayan, oluşumlarını bilmeyen bir cahildim. Sorgulamayan ve anlamaya çalışmayan bir meraksız. Merhametinin ne kadar büyük olduğunu bilmiyordum tanışmadan önce. Rahmeti, bereketi ne kadar çoktu bilmiyordum. Ve azabından habersizdim, en fazla ne kadar şiddetli olabilirdi ki, hem Allah(cc) affediciydi değil mi? Affederdi elbet onun için de sözü vardı, “Deniz köpüğü kadar çok olsa da affederim” demişti. Lakin şartları vardı, tövbe edersem ve bir daha yapmamaya gayret gösterirsem. Ha diyelim ki tövbe ettim, yine gittim yanlış yaptım ama biliyorum dönüp tövbe etsem yine affedecek. Çünkü affedeceği hiçbir günah, rahmetinden daha büyük değil. Bunun bilincinde olmak büyük ferahlık, büyük huzur. Bu huzuru gönlüme koyana elhamdülillah.
Hem dememiş miydi “Güzel söz söyleyin, yumuşak konuşun, kalbinizi kötülükten arındırın. Yargıyı, hesabı bana bırakın.”? Demişti elbet. E öyleyse işine karışmak ne haddimizeydi? Ben en önce kendimi, kalbimi, aklımı temiz tutmak için çalışmalıydım. Başkasının kalbinin kötülüğü, yaptığı, söylediği sözler beni ilgilendirmemeliydi. Önce ben ne kadar temizim ona bakmalıydım. Başkasını yargılayacak kadar kusursuz muyum? O başkasının eleştirdiğim davranışları bende de var mı? Yargılamak, karara bağlamak konusunda ne kadar aceleciyiz değil mi? Tek bir bakış, tek bir söz o kişinin bütün geçmiş ve geleceği hakkında büyük büyük çıkarımlar yapmamıza ve değişmez katı kurallarımızla onu yargılamamıza yetiyor öyle değil mi? Hatta onurunu incitecek şeyler söyleyebilecek kadar kötüleştirebiliyoruz kalbimizi. Nedenine, sonucuna ve iyiliğe hiç temas etmeden… Üstelik her hatamızı affeden, defalarca kere şans veren ve bizi çok seven bir Yaratıcı'ya(cc) kul iken.

 Şimdi bakıyorum, ne kadar temizim ben, ne kadar temiz kalbim, ne kadar arındırmışım kendimi kötülükten. Yarımım hala… Birçok şeye iyi yönünden bakmaya, en kötünün bile içindeki iyiyi aramaya, işlere nefsimi karıştırmamaya, zulmedenlere dua ile karşılık vermeye, Allah(cc) ile bolca vakit geçirmeye, her fırsatta tövbe etmeye büyük özen gösteriyorum. İyi biri olmak için, güzel bir ayna olmak için, kalbimi temizlemek için, her fırsatta Allah(cc) ile yalnız kalmak için gayret gösteriyorum. Lakin insanım nihayetinde… Kusursuz olamam, günahlarım var, yanlışlarım var, belki değişmez sandığım yargılarım var. Ama güzel söz söylemek, yumuşak konuşmak, kalbimi kötülüklerden arındırmaya çalışmak benim elimde. Ben bu elimdekini güzelleştirmeye çalışıyorum. İnanın ki, önce ki benden çok daha huzurluyum. Tam olarak yapamamış olmak bile hiç çabalamıyor olmaktan iyidir. İyilik bulaşıcıdır. Şükür ki bulaşıcıdır...
Kalbimizi arındırmaya, önce kendimize bakmaya, önce kendi benliğimizi, nefsimizi temizlemeye özen gösterelim. Gerisi mi? Gerisi çorap söküğü...

Sevgiler...

27 Aralık 2017 Çarşamba

"Büyümek İstemiyorum Anne"

Birkaç gün önce oğlum ile oyun oynarken aramızda şöyle bir konuşma geçti:
- Anne ben büyümek istemiyorum.

Şaşırdım, çünkü çoğu zaman bir an önce büyük olmak ister.

-O nereden çıktı anneciğim, neden böyle söyledin şimdi, dedim.

- Büyüyünce istediğim oyunları oynayamam, o yüzden büyümek istemiyorum, dedi.

İkna edici bir cevap vermem gerekiyor diye düşündüm, gözlerindeki ifadeden sonra,

- Anneciğim, ben senden büyük değil miyim? 
- Büyüksün.
- Peki ben senin ile istediğim oyunları oynamıyor muyum?
- Oynuyorsun.
- Demek ki büyük olsak da oyun oynayabildiğimiz zamanlar oluyormuş. Önemli olan içindeki çocuğu kaybetmemek.

"İçindeki çocuğu kaybetmemek ne demek" der gibi bakışından dolayı bir açıklama daha yapıyorum.

- İçindeki çocuğu kaybetmemek, benim senin ile büyük olsam da oyun oynuyor olabilmem. Biliyor musun bazı çocukların anneleri onlar ile hiç oynamıyorlar, babaları da. 

Gözlerini büyük bir şaşkınlıkla açıp "Nasıl yani, çocuklar evde hiç oynamıyor mu?" diye sorunca sevinsem mi yoksa diğer çocuklar için üzülsem mi birbirine karıştı.

- Oynuyorlardır tabii ki ama kendileri. İşte o çocukların annelerinin babalarının içindeki çocuk gitmiş oluyor. Çocuk yanlarını kaybettikleri için de çocukları ile oynayamıyorlar. Ben nasıl senin ile oyun oynayabiliyorsam sen de büyüdüğünde oyun oynayabilirsin. Anlaştık mı?

Masumca bakıp, biraz düşündükten sonra üzüntüsünü belli ederek,

- Anne belki o çocukların annelerinin çok işi vardır, ondan oynamıyorlardır ya da belki kardeşleri vardır değil mi? diye sorunca

Kocaman sarılıp, ince düşüncesine aşık olduktan sonra "Belki" dedim. 

Sonra kaldığımız yerden oyunumuza devam ettik, bu defa ben kazandım. Hatta ilk defa ben kazandım :)) 

Her zaman söylediğim gibi, insan karşısındakinin aynasıdır, kendisine ne yansıyorsa hissettirdiği odur. Yapmaya çalıştığım iyi bir ayna olmak, iyi bir ayna yetiştirmek. Bu neden ile de çocuğumun huzursuz, huysuz, hırçın olduğu bir dönemde ilk önce onun ile olan iletişimime bakarım, hemen o birkaç günü gözümden geçiririm. Çocukların bir günü bir gününe uymuyor elbette ama muhakememi yaptıktan sonra görüyorum ki o dönem biraz eksilmiş iletişimimiz, oyunlarımız, beraber geçirdiğimiz vakit, hızlı bir tempo uyguluyorum, on dakikalık oyun bile çok şeyi ifade edebiliyor çocuklar için. Deli gibi kahkaha atıyorlar, mutlu oldukları gözlerine de yansıyor. Bir çocuğun mutluluğundan daha büyük keyif olabilir mi? 

Umarım ki o içindeki çocuk hep capcanlı olur bitanecik kuzum. Seni çok seviyorum 💙










18 Aralık 2017 Pazartesi


Merhbalar, bugünlerde pek blog yazısı yazamıyorum. Aklıma bir şey gelmediğinden değil, küçükken kurduğum bir hayali gerçeğe dönüştürmek ile ilgili bazı çabalarım var bu ara, ondan. Biraz buruk, biraz umutlu, çokça heyecanlıyım. Umarım ki çabalayışım sonuca ulaşır. Duanızı eksik etmeyiniz efendim:). 

Bu hayali oluşturken bir şey düşündüm, derince bir şeyi fark ettim esasen. Ben hayatıma kabul ettiğim insanları çok seviyorum. Sevmediklerime bile yaklaşırken nefsimi karıştırmadan sevgi ile yaklaşmaya, dinginlik ile onları dinlemeye çalışıyorum. Burada bir sorun yok. Biliyorum ki benim hayatım sevgi üzerine kurulu. Fark ettiğim şey benim hiç can kardeş diyeceğim birisi yok hayatımda. Evet bi dolu arkadaşım var ve ben onları gerçekten seviyorum. Bazılarını henüz hiç görmedim ama yüreklerini çok sevdim. Bazılarını içime sokasım geliyor öyle çok seviyorum. Fakat düşününce kimseye karşı perdelerimi sınırsızca kaldırmıyorum. Çokçası gerçek beni tanımıyor bile, şöyle hafif aralamışım perdeyi artık içimi oradan ne kadar görürler ise. 

Çok samimi olduğumu düşünürdüm insanlar ile hatta bu düşünceden rahatsız olurdum. Fark ettim ki aslında oldukça mesafeliyim. Herkesin sınırları vardır, benim de var. Bu sınırları öyle olayım diye zorlayarak yapmıyorum birçok kişinin aksine. Çizgileri ben çizmişim gibi değil de sanki hep varlarmış gibi. Ben o çizgilere ayak uydurmuşum gibi. Çivili değil belki perdelerim ama yine de kaldırıp diğer tarafı göstermek zor benim için. Belki eski ben de böyle değildi. Hatta şeffaftı perdelerim. E kolay olmuyor tabii bir dolu şey yaşıyoruz. Bi dolu acıdan süzülüyoruz. Sonrasında ikiye ayrılıyor karakterimiz, eski ve yeni olarak. Her dokunuş, her tanışma, her söz bizde bir iz bırakıyor. Bazıları derin derin kazınıyor, bazıları sadece değip geçiyor. Ama mutlaka bir iz bırakıyor. 

O kadar şeffaflıktan bu kadar kalınlığa ulaştı ise sınırlarım, derin derin geçmiş izler üstümden. Ben yine de pozitif bakabilmeyi kendime görev edinmiş gibi hep bu kafadayım. Olumlu düşünmek, sevgi ile yaklaşmak, nefsini olaylara karıştırmamaya çalışmak bende izlerin bıraktığı güzellik. Kimseyi en içime sokamayışım ise bu izlerin olumsuz etkisi olmuş da demek istemiyorum. Çünkü mesafeli olmanın iyi bir şey olduğunu düşünüyorum. Çünkü kimseden fazla bir şey beklemez, kimseyi gereksiz umutlara sürüklemezsin, hem kendin hem karşı taraf daha az yorulur. Üstelik mesafeli iken de insanlar çok sevilebiliyor. :)

Yine de tüm perdelerimi kaldırdığım bir "kankam" olsa mıydı derseniz sanırım bu istemediğim bir duygu. Birini bu kadar yakınına taşımak ne kadar doğru bilemiyorum. Galiba böyle oldukça mutluyum. Belki de saatlerce aynı konuda mesajlaşmak, sonra buluşup yine saatlerce aynı olayı konuşmak, karşındakinin en ince ayrıntısına kadar ilişkisini her gün anlatması ve bu konuda benden her gün bir fikir beklemesi, ayy yazarken yoruldum, benim için fazla ve gereksiz bir yoruculuk. Böyle bir samimiyete ayıracak vaktim de yok belki de ondan bu şekilde düşünüyorum. Olabilir...
Yine de baktığınızda çevremde kimse benim samimiyetsiz olduğumu söylemez. Çünkü mesele onlar ile ne kadar vakit geçirdiğinden çok, geçirilen vaktin ne kadar dolu dolu olması. Baktığında sıcacık bakabilmek, kırmadan konuşmak. Sevgi ile yaklaşırsan her şey güzelleşir

Sevmek güzel şey, güzel söz söylemek güzel, güzel düşünmek.. 
"Güzel bakan, güzel görür. Güzel gören, güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır"

Sevgiler...





16 Ekim 2017 Pazartesi

Sınanmadığımız Acılar...

Doğamız gereği bir çalı parçası gibiyizdir. İnce bir çalıyı kolay şekilde ikiye kırıp ikisini yan yana getirip yine kolay kırabiliriz. Bu işlemi tekrarladıkça kırmak güçlenir. Bizler de böyleyiz. Önceleri kolaylıkla kırılabilirken, kırılmalar fazlalaştıkça artık kırılmamayı öğreniriz. Dayanıklaşırız çünkü. Parça parçayızdır belki evet ama güçlüyüzdür artık.

Peki ne kadar kırılmak gerekir acıtmaması için canı, kaçıncı defasında güçlüyüzdür artık?

Hiçbir şey hissetmeyecek kadar hissizleşmek nedir iyi biliyorum. Soğuğu, sıcağı, başka bir acıyı... Çeşit çeşit oluyor acıya dayanma gücü. Bazısı tek bir "Hayır" kelimesinin yükünü atamıyor misal günlerce üstünden. Bazısının acısını dinlerken için parçalanıyor ve bakıyorsun hala ayakta. Herkes kaldırabileceği kadarı ile sınanıyor muhakkak. Kimisinin bir "Hayır" kadar gücü, kiminde de  tonlar yük omuzlarında.

Birçok şey ile sınandım, bazıları gerçekten çok ağırdı. Derin derin yutkunmalar gerekiyordu geçmesi için, için için ağlamalar. Ve göz pınarlarımı doldurmamam gerekiyordu, mutlu görünmem. Ve mutlu görünüyordum, huzurlu hatta. Hatta dışarıdan kime sorsan "Dünya umurunda değil bunun" derlerdi, o kadar umursamaz görünüyordum. Ve hatta ki gözleri ışıltılı. Demek ki bir hayli üst üste katlanmıştı o çalılar artık. Zordu kırmak. Zaman zaman düşünüyorum da artık alındığım ve kırıldığım bir şey yok benim. Önceden de her şeye alınan bir insan değildim fakat kırılgandım, bir "Hayır" kelimesine bile kırılanlardandım.

Sonra düşündüm hayatımdaki kadınları, onların acılarını. Bazılarının ayakkabılarını giyip onlar gibi düşünmek istedim, ne yaşamışlar anlamak için. Yapamadım. Çok ağırdı. Ve bu insanlar biraz öfkeli, biraz aksiydi yapı olarak. Ve bence biraz öfkeli olmaları, biraz aksi olmaları sakinleştirilmiş haldi onlar için.

Çünkü, kocası son anda ipten alınan, bir çocuğunu genç yaşında kazada kaybetmiş, diğeri defalarca ölümden dönen, diğer çocuğuysa çeşitli hastalıklarla yaşayan ve dört yıl boyunca tek dünyası o olan eşinin her gün ölüşüne şahit olan bir kadının normal olması beklenemezdi. Hatta öfkeli olmak, aksi olmak, evhamlı olmak sadeleştirilmiş haliydi acısını belli etmenin.

Sonra dedim, giyemediğin ayakkabının acısını nasıl bileceksin, şükret acılarına. Teslim ol acıyı gönderip seni sınayana. 

Bilmiyorum ne zaman büyüdüm bu kadar? Herkesi affedecek kadar, çok şeye susacak kadar. Ve susadım demeyecek kadar. Ama büyüdüm. Ve beni büyüten tınılar dolusu kahkalarımın arasındaki nefesimin ciğerime ulaşmasını engelleyen acılarımdı. Misafirlerimdi yani. Geldiler bir çıtayı diğerinin üstüne eklediler ve gittiler. Her geldiklerinde bir kat daha büyüttüler, beslediler. Sonra bir baktım ki olayları sadece kendi gözlüklerimle görmüyorum, başkalarının gözlüklerini de takabiliyorum. Başkalarının ayakkabılarını giyebiliyorum, yürüyemesem de bu onların tarafından bakabilmemi sağlıyor. Bu insanı hataya düşmekten alıkoyan bir şey. Yargılamaktan, ön yargıdan, nefsine uyup bir dolu söz söylemekten alıkoyan bir şey. Bu bir nimet.

Ve söyleyebilirim ki insanları anlayabildiğimden bu yana daha açık bir beynim, daha sakin bir aklım, çok daha yumuşak bir kalbim var. İnsanları anlamaya çalışmak, onları yargılamaktan çok daha kolay, çok daha masrafsız, zararsız. 

Hem kim istemez ki daha az yorgun bir beyne, daha hesapsız bir kalbe sahip olmayı? Öyle değil mi? 


O halde bir sonra ki yazı için sözleşiyoruz :) Sevgiler... 




















10 Ekim 2017 Salı

Kayınvalidem ve Ben

Bugün eskiden de zor olan fakat günümüzde çok daha zorlaşan bir konudan bahsetmek istiyorum. 

"KAYINVALİDE GELİN İLİŞKİSİ"

Eskilerden bu yana "Kayın" kelimesi işin içine girince sanki dişlerini çıkarıp tırnaklarını göstermen gerekiyormuş gibi bir durum oluşmuş. Bunun oluşmasını elbette bir şeyler hazırlamış olmalı, yoksa biliyoruz ki ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Belki kendisi de gelin olan ve bunu bütün zorlukları ile yaşamış ve çocuğuna tırnak içinde söylemek gerekirse Erkek Çocuğuna aşırı düşkünlük, aşırı derece de fazla sevgi, akabinde kıskançlık ve paylaşamama gelin kayınvalide ilişkilerini olumsuz yönde mayalamış durmuş. 

Aslında bu ikili ilişki ülkenin farklı yörelerinde farklı şekillerde yaşanıyor olsa da alt yapı olarak benzerlikleri var. Ben Egede büyümüş bir çocuk olarak bunun çok yumuşatılmış haline şahit oldum her zaman. Annem ve babaannem arasında bir ip vardı bu ip hiçbir zaman serbest kalmadı ve tam olarak da gerilmedi. Zaman zaman şikayetler oldu elbette, söylenmeler, içten içe kızmalar. Ama hiçbir zaman ikisinin karşı karşıya geldiğine şahit olmadım. Aslında babaannem, babaanneliğini annem de torunlarının anneliği işini iyi oturmuştu. Babama da iyi bakıyordu, saygısını koruyordu, babaannem ve diğer akrabalar geldiğinde tebessümünü ve ikramını eksik etmiyordu. Bunlar sanırım ikisinin ilişkisini yolunda tutmak için yeterliydi. Bir gün bir olay olmuş ve annem babaanneme kızmıştı gıyabında ona  "Anne babaannemi sevmiyor musun artık?" diye sormuştum. " O nereden çıktı" demişti. Ona kızıyorsun dediğimde. " Babaannen çok iyi bir kayınvalide, hiçbir şeyimize karışmaz, geldin mi gittin mi demez, evime gelene gidene söylenmez, ondan şikayet edemem." demişti. O zaman bu dediğine inanmamıştım, beni geçiştirmek için öyle söyledi sanmıştım, çünkü kızmıştı bunu görmüştüm. Ama çok sonra anlamıştım, annem o gün doğru söylemişti. Babaannem çok iyi bir kayınvalideydi. Hem ara ara dua bile ederdi, "İnşaAllah senin karşına da babaannen gibi bir kayınvalide çıkar" diye, insan duasına sevmediği bir şeyi dahil eder miydi hiç?

Sonra zaman geldi ve ben İç Anadoluya gelin gittim. Gelip gördüğüm şeyler hiç hoşuma gitmemişti. Kayınvalidem son derece dediğim dedik, son derece otoriter, son derece meraklı ve inatçı ve inanılmaz oğluna düşkün bir kadın çıktı. Yani maç başladığında 5 - 0 mağluptum. Taban tabana zıt görgüler, gelenek, aile yapısı. Bir de bunların hepsine eklenen kayınvalidemin aşırı derecede olan insanlar ne der tutumu. Nasıl uyum sağlayacağımı bilmiyordum. Evden çıkarken annemin nasihati böyle durumlarda hep kulaklarıma çalınıyordu " Sakın bir gün bile saygısızlık ettiğini, karşılık verdiğini duymayacağım, söylenirse söylenecek, kızması gerekirse kızacak sensin demeyeceksin. Böbürlenmeyeceksin, evine geldiğinde güler yüzünü eksik etmeyeceksin, ikramda kusur etmeyeceksin. Güzel geçin. Kendini de ezdirme." Ve bunları hayatı boyunca bana kızmamış olan annem söylüyordu. Şimdi her şey tamam da bütün o söylenen cümleler ile sonda söylenen cümle yan yana nasıl olacaktı. Cahildim, çabuk sinirleniyor ve yeri geldiğinde tahammülsüz olabiliyordum. Suratımın asık olduğu zamanlar da elbette olmuştu. Bir şey olmalı bir yolu olmalıydı anne kız olabilmenin, aradaki el kelimesini atabilmenin. Ortak noktamız ikimiz de aynı adamı çok seviyorduk.

Tabii ki birbirimizi tanıma zarfında keşfettiğim başka şeyler oldu. Sert bir mizacı olan kayınvalidem çok merhametli bir insandı, zamanında gelin kelimesini iliklerine kadar hissettirmişlerdi, bastırmışlar ve susturmuşlardı. Ama o bütün ezilmişliğine rağmen insanları kırmamak için elinden geleni yapmaya çalışıyordu. Görgülerine göre kendi çocuğunun yemeğini bile kendisi yedirememiş, çocuklarını gönlünce sevememiş, eşine ismi ile bile hitap edememiş olan kadın ona bunu yapanlara sevgiyle yaklaşıyordu. " Aman yavrum herkes ettiğini verecek öte tarafta, biz taş atana ekmek atalım." diyordu. Doğru söylüyordu. Yaşantısını öğrendikten sonra onun o dik konuşuşuna, inadına, aksi, dediğim dedik tavırlarına aldırmamayı öğrenmiştim. Çünkü yılların birikmişliği vardı üstünde. Annemin bana tembihlediği ne varsa onu yaşıyordu, tek bir farkla kendini ezdirmemeyi başaramamıştı. Ki kendisi de beni ezmeye çalışmadı hiçbir zaman. Bir vakit sonra fark ettim ki ben seviyordum bu kadını. Çünkü ona hiçbir zaman kayın-validem  gibi bakmadığımı validem gibi baktığımı fark ettim. Bütün düğüm burada çözülüyor aslında. Anne gibi görmek. 

Eğer eve gittiğim gibi kalmayı ve annemin nasihatlerine uymamayı seçseydim muhtemelen şimdi sorunlu bir evliliğim, sürekli huzursuzluk içinde olan dünürler ve karısı ile annesi arasında kalan bir kocam olacaktı. Bin şükür ki bunlar olmadı. Çünkü ben evin kızı olmayı seçtim, eşimin annesini anne olarak görebildim, bu o kadar bulunmaz bir nimet ki hele ki benim çevremde, hele ki bu dönemde. Zamanımız olan  bu ahir zamanın gelin ve kayınvalideleri arasında sürekli bir çekişme, sürekli bir istememezlik, geçimsizlik kesinlikle bu sebepten kaynaklanıyor. Anne gibi görmemek. 

Ben şu yaşıma kadar kendime yapılmasını istemediğim bir şeyi başkasına yapmamaya özen gösterdim. Elbette ki eşimin sürekli olarak annem babam hakkında  itici şeyler söylemesi, beni kendisi ve ailem arasında bırakması hatta ailelerimiz arasında soğuk rüzgarlar esmesine sebep olması istemeyeceğim bir durumdu. O halde ben de bunu eşime yapmamalıydım. Benim ailem benim için ne kadar değerli ise onun için de ailesi elbette o kadar değerliydi. Benim annem ayakları altında cennet taşıyorsa onun annesinin ayaklarının altındaki de cennetti. Ben annemin boynunu öperken derin derin kokusunu içime çekiyorsam o da çekmeliydi. Saygıda kusur etmiyorsam o da etmemeliydi. Hatta bunları yapmıyorsa onu teşvik etmeliydim ailesine daha yakın olması için. Ki eşim fazlası ile annesine düşkün bir adamdır. 

Velhasıl kelam, her işin başı sevgi olduğu gibi bu işin başı da sevgi, anlayış ve empati. Boşuna dememiş ya koskoca Peygamber(s.a.v.) " Kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma!" Şimdi kayınvalidem ve ben hala aynı adamı çok seven ve artık birbirini de çok seven iki kadınız. Tırnaklarımızı törpüledik, duygularımızı da. Artık karşı karşıya gelinmesi gereken bir konu olduğu zaman ikimiz o çok sevdiğimiz adama karşı duruyoruz. Bunu ben başardım, üstelik çok zor bir kadına, tamamı ile zıt görgüye rağmen. Sevgiyle, anlayışla ve empatiyle... Sen de başarabilirsin...


"Küsmek ve darılmak için  baheneler aramak yerine, sevmek ve sevilmek için çareler arayın." Mevlana

Sevginiz her an artsın...