Bilmezdim evvelden susmanın bu kadar erdemli olduğunu. Susarken çözüldüğünü sorunların. Cahildim elbet. Şimdiki gibi sakin falan da değildim, atılgandım, hızlıydım, telaşlı ve de aceleciydim.
*
Bilmezdim evvelden sükunetin her şey olduğunu. Gürültücüydüm, yerine göre geçimsiz ve de kavgacı. Toydum elbet. Şimdiki gibi gönlümden görünmezdi çoğu şey gözüme. Gördüğümü gerçek sanırdım.
*
Bilmezdim evvelden huzurun bu kadar değerli olduğunu. Huzurluyken her şeyin yerli yerinde doğdu
düzgün derli toplu durduğunu. Yaşadığımı huzur sanırdım. Korkaktım elbet. Ama anlamazdım korkak olduğumu gücüm her şeye yeter sanırdım.
*
Bilmezdim evvelden mutlu olmanın gülmek olmadığını. Ne kadar gülüyorsam o kadar mutluydum hesapta. Mutsuzdum elbet. Güldüğüm tınılar dolusu mutsuzdum. Öfkeli ve de hırçın.
*
Bilmezdim evvelden alçak gönüllü olmanın bambaşka olduğunu. Kibirliydim. Yükseklerdeydim ve herkesi oradan izlerdim. Kördüm elbet. Hem gönlüm hem de gözlerim kördü.
*
Bilir oldum şimdilerde bunların tüm değerini, tecrübesiz olmanın kötü olmadığını, tecrübe etmenin ise çok şeyleri kattığını.
*
Gözlerim açıldı zamanla, gönlüm de. Şimdi birçok şeyi gözlerimle bakmasam da görür oldum.
*
Piştim, yüzümdeki çizgiler ve saçlarımdaki aklarla.
*
Korkağım hala çünkü biliyorum ki gücüm her şeye yetmez.
*
Mutluyum şimdi. Sakin ve de sükunetli.
*
O koca koca yükseklerden kumların hizasına indim, ne mutlu ki inebildim.
*
Olgunlaştım elbet, tecrübe ederken olgunlaştım. Olgunlaşırken suskunlaştım. Ve anladım ki huzuru yanlış bilmişim evvelden, huzurun adı Sükunetmiş...
23 Aralık 2016 Cuma
Bilmezdim Evvelden
5 Aralık 2016 Pazartesi
A'dan Z'ye
Okula başladık bu yıl. Okuma yazma öğreniyoruz. Ela'lar Lale'ler naneler falan biraz kafamız yanmış durumda. E tabii öğretmenimiz biraz da fazla verince ödevleri zaten öfürdeye püfürdeye yaptığımız ödevler işkence haline gelmedi değil. Bana bile of hadi artık dedirtiyor zaman zaman.
İlk başlarda harfleri yazmaktan kaçmalar, zamanla kendini satır dolsun diye kelimeleri devasa boyutlara çıkarmaya devretti. Yavaş yavaş okumaya geçiş yaptığımız zaman ise başka bir boyuta geçtik, aramızdaki diyaloglar farklı boyutlara taşındı.
- Ben içimden okuyorum anne, istersen sen dışından okuyabilirsin.
Bende de ne diyeceğini bilemeyen anne durumundan çıkamamazlık oluyor haliyle.
- Ben zaten biliyor olabilir miyim annecim acaba, okula sen gittiğine göre, bu fotokopi senin olduğuna göre ve yarın senin ödevin kontrol edileceğine göre senin dışından okuman gerekiyor olabilir belki benimkisi bir fikir, öyle düşünüyorum yani.
- Ben zaten fotokopiyi yazıyorum, öğretmenim benimle gurur duyar.
- Peki, okutunca ne yapacaksın,
- Evde içimden okuyorum ya, orada da dışımdan okurum.
E tabii ben de fazla mücadele veremeyerek "Peki" diyerek sonlandırıyordum cümleleri.
Şimdilerde daha istekli ve artık dışımızdan okuyoruz. Önce harflari tek tek okuyup sonra birleştirme var. Yeni dönemler de böyleymiş. Ben biraz kendisinin karıştırdığını düşünsem de o beni bilmemekle suçluyor, hatta yanlış öğrettiğimi düşünerek ceza alacağına inanmış durumdaydı, ben de ona ayak uydurmak zorunda olduğumdan okuma şeklimiz onun istediği gibi şekillenmekte.
Şekil A:
- O-k-u-l-a, Okul-a, Okula.
Esas olan bunu söylerken yüzünde oluşan ifadelerin tatlılığı. Bi ara onun ile ilgili ayrı bir şeyler karalamayı düşünüyorum belki videosunu da koyarım.
Bu anların çoğunu mutlaka ki unutacağım her bir zerresini hatırlamak için çok şey yapardım ama mümkünlükler dahilinde değil, maalesef. Bu yüzden de zaman zaman buraya notlar almak istiyorum. Büyüdükçe okurum, kendisi de okur. İnsanın çocukluğunu güzel olarak hatırlaması huzur dolu anıların en güzellerinden hiç kuşkusuz.
Umuyorum ki bütün başarılarının yanında en büyük başarın vicdanının rahatlığı ve güzel merhametin olur çocuğum.
Seni çok seviyorum küçük boylu dev adam... :*
İlk başlarda harfleri yazmaktan kaçmalar, zamanla kendini satır dolsun diye kelimeleri devasa boyutlara çıkarmaya devretti. Yavaş yavaş okumaya geçiş yaptığımız zaman ise başka bir boyuta geçtik, aramızdaki diyaloglar farklı boyutlara taşındı.
- Ben içimden okuyorum anne, istersen sen dışından okuyabilirsin.
Bende de ne diyeceğini bilemeyen anne durumundan çıkamamazlık oluyor haliyle.
- Ben zaten biliyor olabilir miyim annecim acaba, okula sen gittiğine göre, bu fotokopi senin olduğuna göre ve yarın senin ödevin kontrol edileceğine göre senin dışından okuman gerekiyor olabilir belki benimkisi bir fikir, öyle düşünüyorum yani.
- Ben zaten fotokopiyi yazıyorum, öğretmenim benimle gurur duyar.
- Peki, okutunca ne yapacaksın,
- Evde içimden okuyorum ya, orada da dışımdan okurum.
E tabii ben de fazla mücadele veremeyerek "Peki" diyerek sonlandırıyordum cümleleri.
Şimdilerde daha istekli ve artık dışımızdan okuyoruz. Önce harflari tek tek okuyup sonra birleştirme var. Yeni dönemler de böyleymiş. Ben biraz kendisinin karıştırdığını düşünsem de o beni bilmemekle suçluyor, hatta yanlış öğrettiğimi düşünerek ceza alacağına inanmış durumdaydı, ben de ona ayak uydurmak zorunda olduğumdan okuma şeklimiz onun istediği gibi şekillenmekte.
Şekil A:
- O-k-u-l-a, Okul-a, Okula.
Esas olan bunu söylerken yüzünde oluşan ifadelerin tatlılığı. Bi ara onun ile ilgili ayrı bir şeyler karalamayı düşünüyorum belki videosunu da koyarım.
Bu anların çoğunu mutlaka ki unutacağım her bir zerresini hatırlamak için çok şey yapardım ama mümkünlükler dahilinde değil, maalesef. Bu yüzden de zaman zaman buraya notlar almak istiyorum. Büyüdükçe okurum, kendisi de okur. İnsanın çocukluğunu güzel olarak hatırlaması huzur dolu anıların en güzellerinden hiç kuşkusuz.
Umuyorum ki bütün başarılarının yanında en büyük başarın vicdanının rahatlığı ve güzel merhametin olur çocuğum.
Seni çok seviyorum küçük boylu dev adam... :*
1 Aralık 2016 Perşembe
Uzun zaman sonra gözlerini açmıştı. Hala nefes alıp verişleri düzenli değildi fakat hayata dönmüştü. Kaç yıldır orada olduğunu unutmuştu hemşireler ama annesi saniyesi saniyesine biliyordu. Bir gün olsun gelmemezlik yapmamıştı.
İlk anda odanın, artık kremleşmiş beyaz duvarları, açık yeşil demirleri olan bir karyolası, bir de tek kişilik koltuğu vardı koyu kahve renginde. Perdeler kirden kendi renklerini yitirmiş grimsi bir renk almıştı, hatta sürekli tutulan açma kapatma yerleri daha da koyu ve yağlıydı. Elif'in solgun teni ve hareketsizliği de buna eklenince oda matem yeri gibiydi. Üstelik rutubet kokuyordu Efsun hanım kızını orada öylece bırakamazdı. İyileşmesini beklerken daha da kötü duruma geçebilirdi. Bir vakit sonra doktoru ile konuşmaya karar verdi. Müsaadesi olursa oda için bir şeyler yapmak istediğini, odayı Elif'in seveceği şekilde döşemek istediğini söyleyecekti, doktorun müsait olmasını bekliyordu. Hemşire Efsun hanıma doktorun onu beklediğini, Efsun hanım da doktora ne istediğini söyledi. Nevzat bey karşı çıkmadı. En fazla battaniye, birkaç fotoğraf falan getirir diye düşündü. Efsun hanımın düşündükleri ise tamamen farklıydı.
Ertesi gün elinde boyalar ve fırçalar ile geldi, hastahane personelinden yatağı biraz ortaya çekmeleri için yardım istedi. Sonra odanın duvarlarını Elif'in en sevdiği renklere boyamaya başladı. Yatağın baş ucunu beyaza, karşılıklı iki duvarı gök mavisine, ayak ucuna denk gelen duvarı ise uçuk pembeye boyadı, üzerilerine resimler yaptı, fotoğraflar yapıştırdı. Boya kokuları kızını rahatsız eder mi diye ne düşündü ne de kimseye danıştı. Tek amacı kızının odasını mutlu olacağı şekle getirmekti. Kontrole gelen doktor gözlerine inanamadı. Efsun hanıma sitem eder gibi bakacakken vazgeçti. Çünkü karşısındaki bir anneydi anne için çaresiz kalmak diye bir şey yoktu, umut kesmemek diye bir şey vardı. Kendisinin çok umut bağlamadığı kıza, annesi sanki onu akşam uykusuna yatırmış gibi davranıyordu. Uyanacağından emindi. Ertesi gün eski ve kirli perdeler yerine açık pembe ve mavi desenleri olan perdeleri astı camlara ve camları bir güzel temizledi. Evinde dikmiş olduğu çiçek desenli örtüyü eski koltuğa geçirdi. Yine evinden getirdiği çam kokulu yüzey temizleyici ile yerleri bir güzel temizledi. Odanın iki gün önceki halinden eser kalmamıştı. Pırıl pırıl ve tertemiz olmuştu. Matem halinden bahar haline geçmişti. Şimdi içi biraz daha rahat, umudu biraz daha fazlaydı.
Geceleri yanında kalmasına izin vermiyorlardı. Evde de gözüne uyku girmiyordu. Artık her gün yarım saat bir saat uyuyor ama her zaman olduğundan çok daha dinç uyanıyordu. Gecelerini kızına dua ederek geçiriyor okuduğu her dua umudunu perçinliyordu. Sabahın ilk ışıkları ile hastaneye koşuyordu. Kızına arkadaşlarından aldığı ders notlarını okumayı ihmal etmiyor, uyanınca geri kalmasını istemiyordu. Onlardan duyduğu okul anılarını başında kahkahalar atarak anlatıyor, onun yanında hiç ağlamıyordu. Zaten artık istese bile ağlayamıyordu. Zamanla odaya masa sandalye getirmiş yere bir kilim bile sermişti. Ama Elif'in durumunda hiç değişiklik yoktu. Doktorların umudu yoktu uyanması için ama yine de karar ailesinindi. Konuyu açmak istediklerinde Efsun hanım devleşiyor ve bambaşka bir insana dönüşüyordu. Kendisinin anne duygularına kulak vermelerini istiyordu. Çünkü analar hissederdi. Onlar hiç umutları olmadığı halde ses çıkarmıyor, Efsun hanım kabul edene kadar bu şekilde devam etmeyi uygun buluyorlardı.
4,5 yıl geçmişti, kaç hemşire, kaç hastane personeli, kaç doktor, yan odalarda kaç hasta değişmişti. Kaç aile ile dertleşmiş, kaç dostluklar kurmuştu, Efsun hanım ama Elif hala uyanmamıştı. Arkadaşları meslek sahibi olmuş, kimileri çoluk çocuğa karışmıştı. Yine de umudu hiç kaybolmamıştı, biliyordu bir gün uyanacaktı.
Doktor Nevzat ile artık aile dostu gibi olmuşlardı, doktor Elif'i kendi kızı gibi görür olmuştu. Üzgündü, hiç değişmeyen durumunu gördükçe daha da artıyordu üzüntüsü. Beşinci yıla girdiğinde bir gün yine konuşmak istedi Efsun hanım ile hafif bir imada bulundu. Ama Efsun hanım yine kabul etmedi. İyi ki de kabul etmedi. Birkaç gün sonra bir mucize oldu Elif elini oynattı, üstelik doktor da kontrol ederken oldu bu hadise. ikisini de büyük bir heyecan sardı. Elif yıllar sonra ilk defa tepki vermişti. O zaman gözyaşlarını tutamamıştı içi umut ile taşan anne. İkisi birden hadi kızım hadi uyan diye bağırıyorlardı. Bağırdıklarını odaya giren hasta yakınlarından anladılar. Herkes sevinçle gülmeye, kucaklaşmaya başlamıştı. Ama maalesef gözlerini açmamıştı Elif. Bu sefer doktor da umutlanmıştı, her ne kadar bunun anlam ifade etmeyen bir tepki olabileceğini bilse de.
Artık beş buçuk yıl olmuştu Nevzat doktor başka bir hastahaneye gidecekti görev için. Odaya geldi hem Elif'i son kez muayene etmek için hem de vedalaşmak için. Rutin kontrollerini yaptı, yüzüne doğru eğildi, alnına bir öpücük koydu. " Ah benim güzel kızım, hadi, hadi, uyan artık". Derince yutkundu. Efsun hanım ile tokalaştılar, tam kapıdan çıkacakken Elif'den öksürüğe benzer bir ses çıktı. Hemence yanına koştular. Nevzat bey tekrar başladı kontrol etmeye. Elif tekrar öksürdü, Hadi kızım öksür kızım demeye başladılar. Elif öksürdü ve derin yutkundu, sanki boğazı kurumuş gibiydi ağzına hafif su değirdiler. Hafif hafif gözünü açtı, sevinç çığlıkları, gözyaşları, kucaklaşmalar hepsi bir aradaydı. Efsun hanım bağırmaya başladı "Dedim sana doktor dedim analar hisseder dedim". Kızına sarıldı, kokladı, ağladı, güldü. Bütün duyguları bir arada yaşıyordu. Ama olmuştu inancına sadık kalarak kızını bekledi ve inandığı oldu, Elif uyandı. Konuşmuyor, öylece bakınıyordu, her yer çiçek gibiydi, böyle hastane odası mı olurdu, olmazdı elbet, hastane odaları soğuk ve renksiz olurdu. Ama oda Elif'in tam istediği gibi döşenmişti, her şey güzeldi, onun zevkine göreydi. Bir saat falan geçtikten sonra konuştu ilk defa, kaç saattir uyuyorum. Efsun hanım cevapladı" Beş buçuk yıl, 3 saattir". Elif inanamadı. Nevzat atıldı. "Annen senin uyanacağına çok inandı, her gün sanki seni akşam uykusuna yatmışsın sabah olunca uyanacakmışsın gibi davrandı, seni annenin sana olan inancı ayakta tuttu kızım." Elif bu işe hiç şaşırmadı, annesine döndü ve " Analar hisseder" dedi. Doktor Nevzat bir kere daha anladı anneler ile çocukları arasında başka bir bağ oluyordu, aşılması ve o seviyeye ulaşması zor bir bağ.
...
25 Kasım 2016 Cuma
Bi' Yaklaşımlar Bi' Şeyler
İçimde senelerdir bastıramadığım bir kuzey aşkı var. Kuzey ülkeleri, kuzey insanı, kuzey dilleri, kuzey dekorasyonu, kuzey renkleri vesaire gibi uzayıp giden bir listem var. Neden oldu, nasıl oldu bilmem. Kaldı ki fena halde bir güney insanıyken. Arkadaşlarımın ilk tepkisi "A aa sen tam bir güney insanısın, nasıl yani?" oluyor. Ama demek ki insan göründüğü kadar değilmiş, daha derinlerde daha içerler de başka işler olabiliyormuş.
Belki bu çağrışım Balkan göçmeni olmamdan da kaynaklanıyor olabilir. Fakat benim hissettiğim ve istediğim daha kuzey. Aitlik hissi insanın en baskın duygularındandır. Bir yere ait olmak ya da olmadığını düşünmek. Çocukkenden beri hissettiğim şey ait olmamak. Yaşadığım hiçbir yerde kendimi oralıymışım gibi hissetmedim. Doğup büyüdüğüm evde bile. Hep başka yerlerden oralara misafir gelmiş ve bir süre sonra yine ait olduğum yere dönecekmişim gibiydi. Ve hala değişmedi.
Ben insanın içinden gelen şeylerin anlamsız olmadığına inananlardanım. Çünkü hissetmek istemsizce gözlerimizi açıp kapatmak gibi bir şey değil. İnsan her şeyden önce kendine güvenmeli, içinden gelen ve gelmeyen her şeye.
Ben de içimin taa derinliklerinden gelen kuzey aşkının mutlaka bir nedeni olduğunu düşünüyorum. Ve istemeye devam ediyorum. Ne demişler " İste ki gelsin, o kadar çok iste ki olsun".
Beraberce bakıp göreceğiz neler olacak. Olacak mı?
Sevgiler efendim...
Belki bu çağrışım Balkan göçmeni olmamdan da kaynaklanıyor olabilir. Fakat benim hissettiğim ve istediğim daha kuzey. Aitlik hissi insanın en baskın duygularındandır. Bir yere ait olmak ya da olmadığını düşünmek. Çocukkenden beri hissettiğim şey ait olmamak. Yaşadığım hiçbir yerde kendimi oralıymışım gibi hissetmedim. Doğup büyüdüğüm evde bile. Hep başka yerlerden oralara misafir gelmiş ve bir süre sonra yine ait olduğum yere dönecekmişim gibiydi. Ve hala değişmedi.
Ben insanın içinden gelen şeylerin anlamsız olmadığına inananlardanım. Çünkü hissetmek istemsizce gözlerimizi açıp kapatmak gibi bir şey değil. İnsan her şeyden önce kendine güvenmeli, içinden gelen ve gelmeyen her şeye.
Ben de içimin taa derinliklerinden gelen kuzey aşkının mutlaka bir nedeni olduğunu düşünüyorum. Ve istemeye devam ediyorum. Ne demişler " İste ki gelsin, o kadar çok iste ki olsun".
Beraberce bakıp göreceğiz neler olacak. Olacak mı?
Sevgiler efendim...
Etiketler:
Ait olmak,
Ait Olmamak,
Beyaz,
İskandinav,
Kuzey aşkı,
Kuzey ülkeleri,
Mavi,
Nederland,
Norway,
Yeşil
10 Kasım 2016 Perşembe
Hastalıkta Sağlıkta
Katıldığım bir kursun Türkçe dersinde, çok sevdiğim hocam, bize her hafta olduğu gibi o hafta da konular verip kompozisyonlar yazmamızı istemişti. Yirmi kişiydik yirmi de konu vardı hali ile. Ben kolay yazabiliyorum diye konu seçmedim, hangisi kalırsa onu yazarım diye düşündüm. En sona sağlık kaldı. Hocam " Yalnız sağlık çok geniş ve zor bir konudur" dedi, oradaki yalnız kelimesi "İstersen değiştirebilirsin" vurgusu taşıyordu. " Hayır hocam yazarım" dedim.
İlk başta düşünüldüğünde sağlık ile ilgili ne yazar ki insan gibi bir algı oluşuyor. En fazla ne yazılabilir. Hocamcım konuları söylerken sağlık dediğinde aklımda ilk canlanan şeyi yazacaktım hiç kuşkusuz. Ki değiştirme imkanım da çoktu. Çevremde kendim de dahil olmak üzere sağlık ile sınanan insan fazlacaydı. Ama ben dedemi seçmiştim. Dedem benim hayatımda oldukça önemli bir yere sahip, ben de onun hayatında öyleydim. Onun tek kız torunu bendim, e tabii en kıymetlisi de.
Yazmaya başlarken genelde şöyle gözlerimi kısar bir iki dakika düşünürüm. Bu defa hiç düşünmeden başlamıştım. Çünkü hepsi sıralıydı, bütün olaylar, hastalıkların gelişimi, büyümesi, tedavi yöntemleri, ölümü... Şu an bile gözyaşlarımı içeride zapt ederken zorlanıyorum o zaman çok daha zorlanmıştım. Yazıların kelime hataları, noktalama işaretleri, cümlelerin yerli yerinde olması yazının asıl sebebi olduğundan mutlaka temize çekerdim. Sadece bu yazım hariç. Her yazı da olduğu gibi altına küçük bir not yazmıştım. " Hocam hataların farkındayım ama lütfen dikkate almayınız, çünkü temize çekecek gücüm yoktu. Ne düşündüğünüzü de bir cümle ile de olsa bilmek istiyorum".
Dedem benim hatırlayarak kaybettiğim ilk yakınımdı. Dediğim gibi babamın yanında dedeme de aşıktım ben. Biliyor musunuz hala oturduğu koltuğa oturamıyorum tam onun oturduğu yere oturmamak için özen gösteriyorum. Ki bu iyi halim ilk başlarda eve gidememiştim, içeri giremiyordum. Peki dedem ne yaşamış olabilirdi, ben bu kadar nasıl etkilenebilirdim?
İlk başta düşünüldüğünde sağlık ile ilgili ne yazar ki insan gibi bir algı oluşuyor. En fazla ne yazılabilir. Hocamcım konuları söylerken sağlık dediğinde aklımda ilk canlanan şeyi yazacaktım hiç kuşkusuz. Ki değiştirme imkanım da çoktu. Çevremde kendim de dahil olmak üzere sağlık ile sınanan insan fazlacaydı. Ama ben dedemi seçmiştim. Dedem benim hayatımda oldukça önemli bir yere sahip, ben de onun hayatında öyleydim. Onun tek kız torunu bendim, e tabii en kıymetlisi de.
Yazmaya başlarken genelde şöyle gözlerimi kısar bir iki dakika düşünürüm. Bu defa hiç düşünmeden başlamıştım. Çünkü hepsi sıralıydı, bütün olaylar, hastalıkların gelişimi, büyümesi, tedavi yöntemleri, ölümü... Şu an bile gözyaşlarımı içeride zapt ederken zorlanıyorum o zaman çok daha zorlanmıştım. Yazıların kelime hataları, noktalama işaretleri, cümlelerin yerli yerinde olması yazının asıl sebebi olduğundan mutlaka temize çekerdim. Sadece bu yazım hariç. Her yazı da olduğu gibi altına küçük bir not yazmıştım. " Hocam hataların farkındayım ama lütfen dikkate almayınız, çünkü temize çekecek gücüm yoktu. Ne düşündüğünüzü de bir cümle ile de olsa bilmek istiyorum".
Dedem benim hatırlayarak kaybettiğim ilk yakınımdı. Dediğim gibi babamın yanında dedeme de aşıktım ben. Biliyor musunuz hala oturduğu koltuğa oturamıyorum tam onun oturduğu yere oturmamak için özen gösteriyorum. Ki bu iyi halim ilk başlarda eve gidememiştim, içeri giremiyordum. Peki dedem ne yaşamış olabilirdi, ben bu kadar nasıl etkilenebilirdim?
Ben bildim bileli fazlaca olan öksürüğüne yıllar boyu bronşit demişlerdi ama geçmiyordu, zaman ile yüksek tansiyon hastası da olmuştu. Kendisinin heybetli bir görünüşü vardı, güçlü ve sağlam. Ama ne olduysa bir gün gözünün önüne perdeler inmiş ve felç geçirmişti. Bir tarafı tamamen kasılmıştı, tabii hastanede yattı tedavi oldu 1 ay sonra evindeydi, yürüyebiliyordu ama öksürüğü geçmemişti. Sonra hastaneye yeni bir göğüs doktoru geldiğini öğrenmiştik, pala bıyıklımı ona götürmüştü annemler. Bir sürü tetkik yapmıştı kadın ve sonuç felaketti. Canım dedem akciğer kanseriydi, doktorun anneme söylediği ise kanımızı dondurmuştu. "Amcanın ciğeri bozuk 1 lira kadar ya var ya yok her an ölebilir ama yoğun bir tedavi ile biraz daha yaşatabiliriz". Annem de en az benim kadar dedeme düşkündü. O anki halini tahmin etmekte zorlanmazsınız. Tabii ki hemen yoğun bir tedavi süreci başlamıştı ama olmuyordu hastalık çok hızlı ilerliyordu. Son gittikçe yaklaşıyordu ama bunu itiraf etmek ve kabullenmek çok zordu. Ben bu süreçte çok fazla dedemin yanında olamadım başka şehirde okuduğum için. Ve iyi ki de olamamışım yoksa çok daha zor atlatırmışım bu olayı ya da belki sürekli görseydim çoktan kabullenmiş olurdum orası da ayrı. Hastalık yüzünden ya saçları dökülecek ya da ağzı acıyacak yemek yiyemeyecekti. Dökülmemişti çok sevdiği pala bıyıkları ama ağzı acımıştı hiç yemek yiyemiyor güç toplayamıyordu. Buna rağmen o kadarcık ciğer ile dört yıl yaşamıştı.
Sonsuzluğa ulaştığında yanında değildim. Dedem nasıl öldü demek hiç aklıma gelmemişti, eve giremiyordum bu yüzden anneannemi de ziyaret edemiyordum. Bir şey yapmalıydım, yüzleşmeliydim, yenmeliydim bu duyguyu. Ve annem ve babam ile mezarını ziyarete gittik. Hiç öyle mezar görmemiştim, kocamandı, üzerine ekilmiş bitkiler coşmuş da coşmuştu, toprağı yağmur yağmadığı halde nemli gibiydi. O gün anlamıştım ki dedem orada mutluydu, rahattı. Benim onun için üzülmem yerine dua etmem gerekiyordu. Orada söyleyebilmiştim ancak anneme eve giremiyorum diye. Annem her zaman olduğu gibi yumuşacık yapmıştı içimi yine. Sarıldı bana ve "Çocuğum, deme öyle, deden çok güzel bir şekilde öldü. Allah kimseye dedenin gibi hastalık vermesin ama herkese dedenin gibi ölüm nasip etsin" dedi. Anca o zaman dedem nasıl öldü demek aklıma geldi. Annem anlattı, içim biraz daha rahatladı.
O günden sonra çok sık rüyamda gördüm pala bıyıklımı, kocaman bir güneş ve tepesinde taşıdığı içinde her şey ekili olan çok sevdiği o kocaman bahçesi ile.
Nurlar içinde yatasın pala bıyıklım, bahçen bereketlendikçe bereketlensin. Tepen aydınlandıkça aydınlansın. Çok sevdiğin canın kuzun sana hala aşık...
Yazımı teslim ettiğimden sonra hocam altına yazdığı not ile kağıdı bana geri verdi. Notta şöyle yazıyordu " Sonu ölüm ile biten bir olay ancak bu kadar içten anlatılabilirdi". Bu olayı yıllar sonra duyduğum bir söz ile bağdaştırıyorum. "İnsan en iyi bildiği şeyi yazar".
Sevdiklerimizin kıymetini sağken bilmeli, onları sağken çok sevmeli, onlara vakit ayırmalı, sevgiyi en derinde hissettirmeli.
Etiketler:
Acı çekmek,
Çok sevmek,
Dedem,
Hastalık,
Hastalıkta,
Pala Bıyıklım,
Sağlık,
Sağlıkta
8 Kasım 2016 Salı
Hayaller Hayatlar
Selam
Bugün biraz hayallerden bahsedelim istiyorum. Çocukken ne olmak isterdik şimdi ne olduk? O hayaller için ne yaptık? Hangilerini unuttuk? Hangileri hayata geçti?
Benim sadece bir çocukluk hayalim şu an gerçek. Onun dışındakilerin çoğu eskidi, bazıları içinse hala umut var. Tabii ki büyürken kurduklarım ve her gün yenilerini eklediklerim de mevcut.
*
Her çocuk gibi benim de en büyük hayalim mesleğim ile ilgili olanlardı o zamanlar. Üç meslek vardı hayalimde, öğretmen olmak, oyuncu olmak, yazar olmak. Oyuncu olmak çok cazipti. Çünkü eğer mesleğim o olur ise öğretmeni canlandırdığım bir projede rol alabilirdim. Bir doktor, bir avukat, bir ev hanımı ve benzeri bir çok rolde oynayıp aslında istediğim bütün mesleklere sahip olmuşluk hissi yaşayabilirdim. Pek tabii ki anneme döktüğüm bin ikinci dil de işe yaramamıştı. Bu isteğim asla kabul görmüyordu. Kendince haklı sebepleri sıralarken parmakları yetmiyordu. Onun penceresinden baktığımda haklıydı. Ama benim pencerem onunkinden çok başkaydı, çok genişti, çok özgürdü. Kalıplara sığmayan ve sığdırmak istemediğim bir düşünce kalıbım vardı. Maalesef ki o zaman bu düşünce kalıbı sadece ben de vardı. Aslında annem anlıyordu beni ama kendi istekleri daha ağır basıyordu. Çok haklı olarak iyi bir yerde olayım, iyi bir tahsilim olsun, iyi bir işim, kimseye mahçupluğum olmasın, kendi ayaklarıma oldukça sağlam basayım istiyordu. Bir annenin çocuğu için isteyebileceği çok normal şeyleri istiyordu aslında. Babam öyle değil mesela daha kontrolsüz, daha rahat, çok daha serbest. Belki annem her zaman ikisi için de düşündüğü için babam bu kadar rahat onu da bilemeyiz tabii şimdi.
*
Konumuzdan sapmazsak, büyüdükçe şekillenen meslek listemde şimdi, istediklerinin hiçbirini yapamayanlarda bu haftayı oynuyorum. Her gün ilmek ilmek kurduğum hayallerimin hiçbirini yapmıyordum taa ki bir yıl önceye kadar. Aslında yeni de tanımadığım bir senarist bir yıl önce öyle bir iş yapmaya başladı ki, beni silkeledi kendime getirdi. Benim penceremden bakan, benim gibi gören, benim gibi düşünen biri vardı. Kurduğum hayallerimi hatırladım. Amatör olarak sürekli yazdığım yazılarıma başka bir soluk vermeye karar verdim. Senarist olmak kurduğum hayallerin toplamıydı. Sürekli öğreten ve öğrenen bir öğretim ilişkisi, yazmak, kafanda canlandırdığın rolü anlatmak, öyle oynanmasını istemek. Hayallerimin olmaması belki de bu iş için ön hazırlıktı.
Düşünür düşünmez bir sürü şey yazmaya başladım. Şimdi hali hazırda, bir uzun, iki kısa film senaryom, bir kaç reklam filmi ve kafamda daha bir sürü hikaye var. Henüz hiçbirini bir yerlere ulaştırmadım çünkü eksikleri var. Daha defalarca okuyacağım içime sinmeyen yerleri var mı ya da eklemem gerekenler. Sonrası, sonrasına bakacağız işte.
*
Peki mutlu muyum der iseniz fazlasıyla mutluyum. Üretmek Allah'ın insanlara verdiği büyük lütuflardan biri belki en büyüğü. Bir şeyler üretiyor olmak çok keyifli. Ben yazmayı seviyorum, yemek yapmayı seviyorum, bir şeyler yazınca ve yemek yapıp birilerine yedirince ağzım hep kulaklarıma asılı oluyor. İnsan üretebildiği kadar üretmeli diye düşünüyorum, Belki bir örgü yaparak, belki resim ya da bir kaç satır... Çünkü üretmek çikolatadan ya da yenen o tatlıların hepsinden çok daha fazla salgılatıyor serotonini.
Sevgiler
Bugün biraz hayallerden bahsedelim istiyorum. Çocukken ne olmak isterdik şimdi ne olduk? O hayaller için ne yaptık? Hangilerini unuttuk? Hangileri hayata geçti?
Benim sadece bir çocukluk hayalim şu an gerçek. Onun dışındakilerin çoğu eskidi, bazıları içinse hala umut var. Tabii ki büyürken kurduklarım ve her gün yenilerini eklediklerim de mevcut.
*
Her çocuk gibi benim de en büyük hayalim mesleğim ile ilgili olanlardı o zamanlar. Üç meslek vardı hayalimde, öğretmen olmak, oyuncu olmak, yazar olmak. Oyuncu olmak çok cazipti. Çünkü eğer mesleğim o olur ise öğretmeni canlandırdığım bir projede rol alabilirdim. Bir doktor, bir avukat, bir ev hanımı ve benzeri bir çok rolde oynayıp aslında istediğim bütün mesleklere sahip olmuşluk hissi yaşayabilirdim. Pek tabii ki anneme döktüğüm bin ikinci dil de işe yaramamıştı. Bu isteğim asla kabul görmüyordu. Kendince haklı sebepleri sıralarken parmakları yetmiyordu. Onun penceresinden baktığımda haklıydı. Ama benim pencerem onunkinden çok başkaydı, çok genişti, çok özgürdü. Kalıplara sığmayan ve sığdırmak istemediğim bir düşünce kalıbım vardı. Maalesef ki o zaman bu düşünce kalıbı sadece ben de vardı. Aslında annem anlıyordu beni ama kendi istekleri daha ağır basıyordu. Çok haklı olarak iyi bir yerde olayım, iyi bir tahsilim olsun, iyi bir işim, kimseye mahçupluğum olmasın, kendi ayaklarıma oldukça sağlam basayım istiyordu. Bir annenin çocuğu için isteyebileceği çok normal şeyleri istiyordu aslında. Babam öyle değil mesela daha kontrolsüz, daha rahat, çok daha serbest. Belki annem her zaman ikisi için de düşündüğü için babam bu kadar rahat onu da bilemeyiz tabii şimdi.
*
Konumuzdan sapmazsak, büyüdükçe şekillenen meslek listemde şimdi, istediklerinin hiçbirini yapamayanlarda bu haftayı oynuyorum. Her gün ilmek ilmek kurduğum hayallerimin hiçbirini yapmıyordum taa ki bir yıl önceye kadar. Aslında yeni de tanımadığım bir senarist bir yıl önce öyle bir iş yapmaya başladı ki, beni silkeledi kendime getirdi. Benim penceremden bakan, benim gibi gören, benim gibi düşünen biri vardı. Kurduğum hayallerimi hatırladım. Amatör olarak sürekli yazdığım yazılarıma başka bir soluk vermeye karar verdim. Senarist olmak kurduğum hayallerin toplamıydı. Sürekli öğreten ve öğrenen bir öğretim ilişkisi, yazmak, kafanda canlandırdığın rolü anlatmak, öyle oynanmasını istemek. Hayallerimin olmaması belki de bu iş için ön hazırlıktı.
Düşünür düşünmez bir sürü şey yazmaya başladım. Şimdi hali hazırda, bir uzun, iki kısa film senaryom, bir kaç reklam filmi ve kafamda daha bir sürü hikaye var. Henüz hiçbirini bir yerlere ulaştırmadım çünkü eksikleri var. Daha defalarca okuyacağım içime sinmeyen yerleri var mı ya da eklemem gerekenler. Sonrası, sonrasına bakacağız işte.
*
Peki mutlu muyum der iseniz fazlasıyla mutluyum. Üretmek Allah'ın insanlara verdiği büyük lütuflardan biri belki en büyüğü. Bir şeyler üretiyor olmak çok keyifli. Ben yazmayı seviyorum, yemek yapmayı seviyorum, bir şeyler yazınca ve yemek yapıp birilerine yedirince ağzım hep kulaklarıma asılı oluyor. İnsan üretebildiği kadar üretmeli diye düşünüyorum, Belki bir örgü yaparak, belki resim ya da bir kaç satır... Çünkü üretmek çikolatadan ya da yenen o tatlıların hepsinden çok daha fazla salgılatıyor serotonini.
Sevgiler
26 Ekim 2016 Çarşamba
Siluet
Belki şiir yazmak istersin bir akşamüstü, gölgesine gün batımı düşen ağacın
altında. Kim bilir belki yağmur yağar ve ıslanır o güzel saçların.
Kirpiklerinde damlacıkları kalır yağmurun, sen, ışıldarsın yine. Belki de bir
deniz kenarıdır hayallerinin akşamüstüsü. Yüzlerin siluete dönüştüğü vakitte
kumlarda uzanmaktır arzun. Belki şarkı seviyorsundur, ne söylediğine aldırmadan
onu dinlemek istersin. Ya da gecedir senin vaktin, sözlerini ezbere bildiğin
şarkıyı söylersin yıldızlara.
*
Hiç duymadığım sesini özlüyorum çoğunlukla. Daha önce hiç yakından
görmediğim kirpiklerinin sayısını biliyorum ben. Seni hangi isim ile
çağırıyorlar bilmem ama ben sana Firuze diye sesleniyorum. Bir kere gördüm seni
Firuze, uzaktan, gün batımıydı. Siluetindi aslında gördüğüm. Saçın ne renk tam
bilmiyorum. Teninin çok esmer olmadığını biliyorum ama emin değilim sarı mı
yoksa kar beyaz mıydı? Sırtın dönüktü bana, altında kısa bir etek, üstünde
salaş bir hırka vardı, ayağında postallar. Rüzgar saçlarını savuruyordu.
Omzundan kayan çantanı yerine sabitleştirirken çevirmiştin kafanı. Önce
saçlarının ahengine kaptırdım kendimi sonra yüzünün tamamına yerleşen o sıcacık
gülümsemende mıhlandı aklım. Sonra hızla uzaklaştın oradan. Tam olarak bu bir
iki dakika senin ile olan mazimiz. Sen farkında değilsin hala ama ben ömrümü o
gülüşte bıraktım. Başka bir deyiş ile de o tebessüm ile başladı ikinci hayatım.
*
O günden sonra artık günlerimin tamamını seni daha fazla, daha fazla, daha
da fazla düşünerek geçiriyordum. Ve her defasında yetmiyordu yirmi dört
saatler. Sahi şu günleri kırk iki saat yapmanın bir yolu yok muydu? Hiçbir şeye
tam olarak konsantre olamıyordum. Çünkü zaten bir yere büyük bir çoğunlukla
konsantreydim. Geri kalanı ile iş, aile, arkadaşlar, iç ve dış hayatımı idare
etmeye çalışıyordum. İş yerindeki Rasim ağabey fark etmiş olayı, gelip bir iki
sordu "Oğlum Rıza iyisin değil mi, bir haller var sende", yok deyip
geçiştirdim o da geçiştirdiğimin farkında olarak " Sen öyle
diyorsan", demişti imada bulunarak. Bu sebep ile de daha fazla incelemeye
alacaktı beni. Rasim ağabey baba adamdır. Şirkette kime ne olmuş, ne
olacak, kim nasıl ne durumda hep bilir. Ve hiç kimse ile çok fazla konuşmadan
yapar bunu. Çünkü onun işi bu, gözlem ve takip, işçi olarak da görev tanımı bu,
karakter olarak da bu. Dedim ya baba adamdır. Baba gibi dıştan gözetleyip en
içten tamir eder. Bunu bildiğim halde anlatmamıştım olanları. Bir de ne
anlatacaktım. Ortada adını bile bilmediğim, yüzünü tam görmediğim ama
delicesine aşk yaşadığım bir kadın var desem ne kadar inandırıcı olurdu.
"Oğlum git deli misin" demezler miydi? Kendimi kaybettiğimi, hayaller
dünyasında yaşadığımı düşünüp alay konusu yapacaklardı Firuzemi. Olamazdı buna
asla izin veremezdim. Ve mutlaka bir gün yine görecektim Firuzeyi.
Yirmi dokuz gün geçti seni ilk gördüğüm günün ardından. O günden beri her
gün aynı saatte aynı yerde geçmeni bekleyişimin yirmi dokuzuncu günü bugün. Ve
yine yoksun. İnanıyorum ki bir gün yine karşılaşacağız ve ben sana bunları
anlatma fırsatı bulursam belki güleceksin. Aptal olduğumu, şaşkın olduğumu
düşüneceksin. Belki de aklı yitik zararsız bir deli belleyeceksin beni. Ben
yüzündeki o tebessümü bir kere daha görebilmek için yitik bir akla bile razıyım
oysaki ama nereden bileceksin. Hele ki birini sevmediysen tek bir gülüş için
veya sevilmediysen gülüşüne sebep. ... Bazı insanlar delirerek sever sevince,
ne yaptığının farkında olmadan, kırıp dökerek ve bunun yanlış olduğunun
bilincinde olmadan. Bazıları da bir deli gibi sever saf, temiz, öylesine
masumane. Sen şimdi bilmiyorsun ama ben bu ikincilerdenim. Deli gibi ama aklı
başında seviyorum seni. Saçlarının, kirpiklerinin sayısını biliyorum ben. Ama
varsan baksan bunun ne demek olduğunu bilmeyenler var. Merak içindeyim aslında
adın ne, yaşın tahmin ettiğim gibi yirmi dörtlerde falan mı, evli misin? Şiir
sever misin mesela? Sevdiğin renkler arasında mavi kaçıncı sırada, yeşil sana
da huzur veriyor mu, bembeyaz bir ev gördüğünde derin bir nefes alma ihtiyacı
duyuyor musun sen de? Kıyılar mı senin rotan yoksa bir türlü anlayamadığım
deniz sevmeyenlerden misin? Cevabını merak ettiğim sorular saymakla bitmez
tabii. En çok da çektiğin acıları merak ediyorum aslına bakarsan. Yoksa başka
türlü bu kadar derin tebessüm mümkün değil. Bir dünya acı yaşar insan böyle
muntazam bir gülüşe sahip olmak için. O kirpiklerin o şekli alması boşuna
değil, belli ki göz yaşları beslemiş onları. Ben burada yirmi dokuz gün önce
tam olarak göremediğim iki dakikalık seni, sevmeye bile kıyamazken sol yanından
kırmışlar seni acımadan üstelik. Kırılan yerlerinden seviyorum seni ey Firuzem,
kırılan yerlerinden. Ah bir de bilsen, bir kere daha görsem.
*
Rasim ağabeyin gözlemleri sonuç verdi sonunda. Dün beni çağırdı yanına
birer kahve söyledi ikimize " Anlat bakalım Rıza, aşık olduğunun ama bunu
herkesten gizlemenin sebebi nedir bir dinleyelim. Evli mi oğlum kadın yoksa,
kötü yollu bir kadına mı vuruldun neden saklarsın sessizleşirsin susarsın.
Bildiğimiz Rızanın havalarda uçması gerekirdi sen baya baya kendini kapattın.
Çaycı Fatma hanımın bile dikkatini çekmiş. -Yazık hasta falan mı anası babası
da uzakta çorba falan yapayım eğer öyleyse, dedi, geçen bana, Yok bir şeyi
dedim. Anlat hele", anladım ki kaçış kalmamıştı anlatacaktım mecbur,
"Yok Rasim ağabey, aşık olduğum doğru ama beni biliyorsun kimsenin
karısında kızında gözüm olmaz. Bir akşamüstü yüzünü bile tam görmediğim bir
gülüşe vurgunum.Belki deli falan sanacaksın beni ama durum bu. Yarım yamalak
gördüğüm ama bir türlü aklımdan çıkaramadığım bir iki dakika". "Ulan
ben de diyorum bu çocuğu böyle kıvrandıran ne, aşkın yarım yamalağı olmaz evlat
bir anı olur. Bir anda ömrü olursun, ömrün olur. E bir daha gidip bakmadın mı
desem bu meftun halinle oradan ayrılmamışsındır, ne diyeyim çocuk olacaksa
elbet olur". İçim rahatlamıştı ben gülebileceğini düşünürken Rasim ağabey
yine yapmıştı babalığını.
*
...
*
Otuz ikinci günden günaydın, ilmek ilmek her hücresini sevdiğim kadın.
Bugün baksana gökyüzü nasıl mavi bulutlar kar beyaz ve ağaçlar daha bir yeşil.
Bütün sevdiklerim bir arada sanki, bir sen eksik, bir gülüş yarım bir de ben
hala sende. Nasıl bir şey anlamıyorum. Seni bir türlü aklımdan çıkaramamamın
sebebi ne bulamıyorum? Ve aradan geçen bir aylık zamandan beri nasıl
oluyor da hala kendimi toplayamıyorum. Oradan geçen onca insanın içinde
dikkatimi senin çekmen, herkesin yüzünde olabilecek iki saniyelik bir tebessüm,
beni bu kadar kendimden nasıl alabilir.
Aşk demişti dayının biri bir gün, öyle her an gözünün önünde olması, el ele
kol kola olmak, öpüp koklamak demek değildir. Bu dürtüdür. Aşk dalgınlıktır.
Kokudur, uçuşan saç telleri, kıvrık kirpikler, yukarı doğru çekilen dudak
kenarlarıdır. Gözünün önünde olmadığında bile onu gözlerini kısarak sevmek,
kulaklarında her an onun o naif sesinin şıkırtısı. Aşk kalp ile gözün bir
olması, bir kişiye ait olmasıdır. Yaşadığım tam olarak buydu, dayının deyimi
ile aşıktım ben. Bunu bir de sen anlasaydın, görseydin, hatta sen de sevseydin
beni.
Geldi yine gün batımı. Otuz ikinci günün batımı. Çaresizce yine başladım
etrafa bakmaya Firuze. Bir saate yaklaşmıştı bekleyişim umudumu kesip sırtımı
döndüm, hemen on adım ilerimdeydin. Gözlerimi hızlı hızlı açıp kapattım
ovaladım. Yanılmıyordum bu sendin, o tebessümü unutmam, başkasıyla karıştırmam
mümkün değildi. Gayriihtiyari seslendim. Gözlerime inanamadım, adın Firuze idi.
Dönüp bakmıştın. Arada hiç kimse yoktu tam olarak sana bakıyordum
"Efendim" dedin, beni tanımadığını belli ederek. Derin derin
yutkundum ne diyeceğimi bilemeden. Yanıma doğru gelip " Bana seslendiniz,
Firuze demediniz mi", dedin. Tam olarak bir aptal gibi hissediyordum o an
kendimi. "Evet, evet ben dedim, Firuze dedim", dedim nasıl
açıklayacağımı düşünerek. Reddedemezdim çünkü bu an için otuz iki gündür
bekliyordum. "Adımı nereden biliyorsunuz, sizi tanıdığımı sanmıyorum"
demiştin. "Evet tanışmıyoruz, Firuze benim sana verdiğim isimdi.
Anlamadım, ne diyorsun gibi bakmıştı. "Müsaaden olursa anlatayım vaktin
varsa", dedim. Meraklı meraklı bakışlar içinde "Dinliyorum"
demiştin.
Otuz iki gün önce seni şu açıklıkta görmüştüm, gün batımıydı yine, bundan
biraz daha erken bir vakit. Sırtın dönüktü önce bana sonra kafanı çevirmiştin
yüzünün tamamına yerleşen bu güzel gülüşünde kaldım ben. Saçma gelecek belki
ama otuz iki gündür her gün aynı yerde geçmeni bekledim.
- Anlamadım.
Anlamaman normal deli olduğumu falan düşünüyorsun belki ama durum bu. Bir
aydır her gün buradayım ben.
- Peki ya ismim, Firuze diye seslendiniz bana.
Evet Firuze benim senin için seçtiğim isimdi. Ne adını biliyordum, ne
sesini duymuştum, ne de tam olarak yüzünü görmüştüm. Ama her gün senin ile
konuşuyor, gözlerimi kısıp seni gördüğüm o iki saniyeyi düşünüyordum. Bir isim
verdim sana gerçekten senin kim olduğunu bilmeden. Tanımıyorsun, şu an ilk defa
görüyorsun beni.
- Hayır ilk defa görmüyorum, evet cisim olarak ilk defa görüyorum ama
birkaç defa rüyamda gördüm sizi. Yüzünüzü değil aslında sesinizi. Üç defa oldu
sanırım bu ses uykumda bana sesleniyordu. Sadece Firuze ve sonra yankıları.
Sizce de çok garip değil mi?
İnanamamıştım kulaklarıma. Heceleyerek "Evet Garip"
diyebilmiştim.
-Şimdi sizi merak ediyorum, uzun süre sesinizi dinlemek istiyorum.
Yanılmadığımı sanıyorum ama emin olmak istiyorum, rüyamdaki Firuze'yi sizin
söylediğinizden.
Sen konuştukça iyice aptallaşıyordum, ne diyeceğimi unutmuş, nasıl
davranacağımı şaşırmış durumdaydım. Dalmış olmalıyım ki koluma dokunarak
"Size diyorum şurada biraz otursak mı, vaktiniz varsa." demiştin.
Bütün aptallığımı kuşanmış bir yüz ifadesi ile "Tabii tabii" dedim
önden önden yürüyerek. Nasıl bir şaşkınlıktı ki üzerimdeki Firuzeyi bırakıp
önden gidebilmiştim. Bunun farkında olarak açıklamada bulunmuştu.
- Bu kadar şaşırmanıza gerek yok. Ben işaretlere inanırım. Sizin sesinizi
rüyamda duymuş olmam, bana Firuze diye seslenmeniz tesadüf olamaz. Benim
anlatacak pek bir şeyim yok ama sizi dinliyorum lütfen anlatın.
Biraz biraz rahatlamıştım. Rasim ağabeyden, Fatma hanımın beni hasta
sanmasına kadar her şeyi anlatmıştım. Göz ışıltılarıyla büyük bir merak içinde
dinliyordu beni. Zaman zaman şaşırdığını belli edecek şeyler söylüyor, kimi
yerlerde derin derin iç geçiriyordu. Bu memnuniyetini görmek beni daha çok
memnun ediyordu. Parkın bahçesinde oturuyorduk hava zifiri karanlığa dönmüş ay
iyice tepeye yerleşmişti. Bunu anca arkamızdan geçen köpeğin çıkardığı
hışırtıya dönüp baktığımızda anlamıştık.
-Hava da bayağı kararmış, saat ilerlemiş tabii, gece olmuş.
Evet gece olmuştu, günlerdir beklediğim an gelmek bilmemişken nasıl
oluyordu da şimdi saatler dört nala koşuyordu. Onu daha yakından tanımak
istediğimi söylemiştim bir daha ki sefere diye de vurgulamıştım.
O şahane gülüşünün tüm yüzünü kapladığı sıcaklığı ile çok isterim
demişti. Önümüzdeki Cumartesi için aynı yerde buluşmak üzere sözleşmiştik. Onu
evine kadar götürmüştüm. İçeri girdi.
Ey gece gitti gül güzelim şimdi yavaşlayabildiğin kadar yavaşlayabilirsin
yine. Tüm işin bu senin, sevdiğimli vakitleri atla koştururken onsuz her anı
karınca sırtında geçiriyorsun. Ama olsun artık benim olan için beni
bekletiyorsun, belli bir zaman için, sayılı gün için. Sahi bugün salı nasıl
geçecek şimdi kocaman kocaman günler. Haydi, yap bir güzellik bir an önce
Cumartesiye taşı beni.
...
7 Ekim 2016 Cuma
Zat-ı Şahane
...
Bazı zamanlar tek manzarası sokak lambası olan pencerenin önündeki eski koltuğa oturur ve saatlerce susardı. Ben de eski bir halı ve o koltuktan başka eşyası olmayan dinlenme alanının son merdivenine oturur onu izlerdim.
O belki, gecenin karanlığı üstüne çökmüş o kör sokak lambasına kendini anlatırdı. Belli ki kendinde konuşulmaması ya da konuşmayı gerektirmeyen şeyler fazlacaydı. Bir insan nasıl bu kadar susar, nasıl bu kadar hareketsiz kalır diye düşünürken, saatlerce susup onu izlediğimi unutuyor olmalıydım.
Bu gece yine onlardan biriydi. Zat-ı Şahanem dikmişti yine sokak lambasına gözlerini. Böyle zamanlarda belirli pozisyonlarda oturur. Bazen ellerini ensesinde birleştirip, kafasını koltuğa yaslar, ayaklarını da üst üste koyar. Böyle oturduğunda susma süresi çok olmaz ve sonra kalkıp yerine yatar. Bazı zamanlar ise ayaklarını koltuğa çeker, ellerini dizlerine dayayıp, yüzünü yumruklarının arasına alır. Bu, bu gece burada uykuya dalabilirim demek olur. Susma süresi öyle uzundur ki ne zaman uyuyakaldığının farkındadır ama yine de kalkıp yerine yatmaz.
Ve şu an gözlerimin önünde bu şekilde oturuyor. Bu gece yine yatak yüzü görmeyecek sırtımız. O sokak lambasına dikti gözlerini, ben sırtımı merdivenin korkuluğuna dayadım, gözlerim ise her zaman olduğu gibi ona kilitli. O neleri içine akıtıyor bilmiyorum yine. Anlatamadığı nedir, neden benim ile konuşmak istemez, ben de hep bunları düşünürüm. Diyorum ki kendi kendime, " Bir sevdiği vardı da zorladılar mı benim ile evlensin diye" ya da " Gönlü bir başkasına mı kaydı" diyorum. Sonra silkeleniyorum bu düşüncelerden. Çünkü ben onu çok iyi tanıyorum. Nefes alış verişlerindeki ritmin değişiklik sıklığını ve onların neden değiştiğini bile biliyorum. Sonra bana karşı ilgisiz değil, yanlış yaptığı hiçbir şey yok. Ben incinmeyeyim diye kelimeleri bile itina ile seçer. Uyurken sıkı sıkı sarılır mesela. Seni Seviyorum demedi hiç kaç zaman geçti ama " Bugün hava soğuk olacakmış sıkı giyin üşütmeyesin o güzel ellerini" dedi. " Bu yemek nasıl güzel yakışıyor senin ellerine" dedi. Bunlar hep "Seni Seviyorum"dan çok daha değerli oldu benim için.
Her şey çok güzel aslında, yolunda gitmeyen hiçbir şey yok ve huzur hiç eksik olmaz bu evden. Bunlara rağmen bu kadar düşündüğü ne olabilir, sessizleştiği, uzaklaştığı, yabancılaştığı. Bunu çözemiyorum bir tek. Boynunu büküp ağzını büzüştürdüğünde bir şeyi söylemekten çekindiğini biliyorum mesela. Tek kaşını hafif kaldırıp belli belirsiz bir tebessüm ile yanağımı okşuyorsa işi ile ilgili güzel şeyler olduğunu. Dilini dişlerinin arasında gezdirdiğinde bir şey söylemek için sabırsızlandığını biliyorum artık.
...
Ben böyle düşünürken uyuyakalmışım sesi ile irkildim. " Bal yüzlüm haydi kalk yerimize gidelim". Şaşırıyorum. Zamanın çok geçmediğini düşündüğümden saati soruyorum "On bir buçuğa geliyor" diyor. Bir kere daha şaşırıyorum. Bu pozisyonda otururken ilk kez bu kadar erken uyumak istiyor üstelik yatağında. Gayriihtiyari " Sokak lambası mı patladı" diye soruyorum. Elimden tutup kaldırırken tebessüm ediyor. " Sana kıyamadığımdan" diyor ve ekliyor, " Bunca zaman geçti bir kere bile sen ne düşünüyorsun diye sormadın, için için kemirdiğini bildiğim halde sormadın. Her defasında gelip şuraya oturdun, ben ne kadar sustuysam sen de o kadar sustun. Sen bana bu kadar vefa gösterirken ben nasıl bu can acıtıcı yerde uyuyakalmana göz yumarım. Ben bir kere daha şaşırıyorum ve içimden " 3,5 ay oldu anca mı kıyamıyorsun" diye geçiriyorum. Aklımı okumuş olacak ki " Hayır 3,5 aydır aklım başımda, öyle düşündüğün gibi derdim tasam da yok. İlk gün yorulduğum için şöyle bir oh çekeyim diye oturmuştum, biraz oturup kalkacaktım. Sen gelip yanıma değil de oraya oturup hiç bir şey sormadan öylece beni bekleyince anlayışın çok hoşuma gitti, sonra biraz daha durdum ve sen yine sabırla beni bekledin, o kadar çok hoşuma gittin ki ara sıra bu keyfin tadını çıkarmak istedim. Çok mu zorladım seni, kızdın mı bana?" Yüzüm şaşkınlıklara doymayan ifadelere boğuluyor ve öylesine mutlu oluyorum. Yüzünü avuçlarımın içine alıyorum "Çok rahatlattın beni. Yok zorlanmadım, insanın eşi ağır gelmez insana." Derin bir nefes veriyorum bu defa ellerini tutuyorum. " Kızmadım, kızmadım da endişelenmiştim biliyorsun, deseydin böyle mutlu olduğunu ben yine buracıkta oturur beklerdim seni." Bu defa o, yüzümü avuçları içine alıyor, alnıma bir buse konduruyor, "Bu evdeki huzurun sebebi sensin, boşuna bal yüzlüm demiyorum ya sana", sıkıca sarılıyor, " Haydi kalk saat geç oluyor uyuyalım artık"
Kaç aydan sonra huzur dolu bir uyku çekiyorum.
...
Bazı zamanlar tek manzarası sokak lambası olan pencerenin önündeki eski koltuğa oturur ve saatlerce susardı. Ben de eski bir halı ve o koltuktan başka eşyası olmayan dinlenme alanının son merdivenine oturur onu izlerdim.
O belki, gecenin karanlığı üstüne çökmüş o kör sokak lambasına kendini anlatırdı. Belli ki kendinde konuşulmaması ya da konuşmayı gerektirmeyen şeyler fazlacaydı. Bir insan nasıl bu kadar susar, nasıl bu kadar hareketsiz kalır diye düşünürken, saatlerce susup onu izlediğimi unutuyor olmalıydım.
Bu gece yine onlardan biriydi. Zat-ı Şahanem dikmişti yine sokak lambasına gözlerini. Böyle zamanlarda belirli pozisyonlarda oturur. Bazen ellerini ensesinde birleştirip, kafasını koltuğa yaslar, ayaklarını da üst üste koyar. Böyle oturduğunda susma süresi çok olmaz ve sonra kalkıp yerine yatar. Bazı zamanlar ise ayaklarını koltuğa çeker, ellerini dizlerine dayayıp, yüzünü yumruklarının arasına alır. Bu, bu gece burada uykuya dalabilirim demek olur. Susma süresi öyle uzundur ki ne zaman uyuyakaldığının farkındadır ama yine de kalkıp yerine yatmaz.
Ve şu an gözlerimin önünde bu şekilde oturuyor. Bu gece yine yatak yüzü görmeyecek sırtımız. O sokak lambasına dikti gözlerini, ben sırtımı merdivenin korkuluğuna dayadım, gözlerim ise her zaman olduğu gibi ona kilitli. O neleri içine akıtıyor bilmiyorum yine. Anlatamadığı nedir, neden benim ile konuşmak istemez, ben de hep bunları düşünürüm. Diyorum ki kendi kendime, " Bir sevdiği vardı da zorladılar mı benim ile evlensin diye" ya da " Gönlü bir başkasına mı kaydı" diyorum. Sonra silkeleniyorum bu düşüncelerden. Çünkü ben onu çok iyi tanıyorum. Nefes alış verişlerindeki ritmin değişiklik sıklığını ve onların neden değiştiğini bile biliyorum. Sonra bana karşı ilgisiz değil, yanlış yaptığı hiçbir şey yok. Ben incinmeyeyim diye kelimeleri bile itina ile seçer. Uyurken sıkı sıkı sarılır mesela. Seni Seviyorum demedi hiç kaç zaman geçti ama " Bugün hava soğuk olacakmış sıkı giyin üşütmeyesin o güzel ellerini" dedi. " Bu yemek nasıl güzel yakışıyor senin ellerine" dedi. Bunlar hep "Seni Seviyorum"dan çok daha değerli oldu benim için.
Her şey çok güzel aslında, yolunda gitmeyen hiçbir şey yok ve huzur hiç eksik olmaz bu evden. Bunlara rağmen bu kadar düşündüğü ne olabilir, sessizleştiği, uzaklaştığı, yabancılaştığı. Bunu çözemiyorum bir tek. Boynunu büküp ağzını büzüştürdüğünde bir şeyi söylemekten çekindiğini biliyorum mesela. Tek kaşını hafif kaldırıp belli belirsiz bir tebessüm ile yanağımı okşuyorsa işi ile ilgili güzel şeyler olduğunu. Dilini dişlerinin arasında gezdirdiğinde bir şey söylemek için sabırsızlandığını biliyorum artık.
...
Ben böyle düşünürken uyuyakalmışım sesi ile irkildim. " Bal yüzlüm haydi kalk yerimize gidelim". Şaşırıyorum. Zamanın çok geçmediğini düşündüğümden saati soruyorum "On bir buçuğa geliyor" diyor. Bir kere daha şaşırıyorum. Bu pozisyonda otururken ilk kez bu kadar erken uyumak istiyor üstelik yatağında. Gayriihtiyari " Sokak lambası mı patladı" diye soruyorum. Elimden tutup kaldırırken tebessüm ediyor. " Sana kıyamadığımdan" diyor ve ekliyor, " Bunca zaman geçti bir kere bile sen ne düşünüyorsun diye sormadın, için için kemirdiğini bildiğim halde sormadın. Her defasında gelip şuraya oturdun, ben ne kadar sustuysam sen de o kadar sustun. Sen bana bu kadar vefa gösterirken ben nasıl bu can acıtıcı yerde uyuyakalmana göz yumarım. Ben bir kere daha şaşırıyorum ve içimden " 3,5 ay oldu anca mı kıyamıyorsun" diye geçiriyorum. Aklımı okumuş olacak ki " Hayır 3,5 aydır aklım başımda, öyle düşündüğün gibi derdim tasam da yok. İlk gün yorulduğum için şöyle bir oh çekeyim diye oturmuştum, biraz oturup kalkacaktım. Sen gelip yanıma değil de oraya oturup hiç bir şey sormadan öylece beni bekleyince anlayışın çok hoşuma gitti, sonra biraz daha durdum ve sen yine sabırla beni bekledin, o kadar çok hoşuma gittin ki ara sıra bu keyfin tadını çıkarmak istedim. Çok mu zorladım seni, kızdın mı bana?" Yüzüm şaşkınlıklara doymayan ifadelere boğuluyor ve öylesine mutlu oluyorum. Yüzünü avuçlarımın içine alıyorum "Çok rahatlattın beni. Yok zorlanmadım, insanın eşi ağır gelmez insana." Derin bir nefes veriyorum bu defa ellerini tutuyorum. " Kızmadım, kızmadım da endişelenmiştim biliyorsun, deseydin böyle mutlu olduğunu ben yine buracıkta oturur beklerdim seni." Bu defa o, yüzümü avuçları içine alıyor, alnıma bir buse konduruyor, "Bu evdeki huzurun sebebi sensin, boşuna bal yüzlüm demiyorum ya sana", sıkıca sarılıyor, " Haydi kalk saat geç oluyor uyuyalım artık"
Kaç aydan sonra huzur dolu bir uyku çekiyorum.
...
28 Eylül 2016 Çarşamba
Öfke
Bir sürü çeşitli duygunun içinde en baskın duygumuz "öfke"dir. Öfke de bir duygu yoğunluğu biçimidir. Ağlamak gibi gülmek gibi belirgin bir dışa vurumdur. Ama nedense öfke duygumuzu hiç sevmeyiz. Bilgin bilgin konuşuruz, "Sevgi her şeyin ilacıdır." "Sevgi ile her şey ehlileşir" gibi şifa cümleleri söyleriz kendimiz dahil herkese. Ama öfkemizi sevmek aklımıza bile gelmez. Belki bir çoğumuza farklı gelen bir yaklaşım bu. "Öfkeyi sevmek mi?" sorusu beynimizde canlanan. Öfkemizi bile seversek ehlileştiririz.
Ben öfkemi sevmeyi hiçbir şey hissetmeyecek kadar hissizleştiğimde öğrendim. Artık hiçbir şeyin beni öfkelendirmediğini fark ettiğimde. Bazı durumlar oluyordu ve ben "Burada sinirlenmem gerekmiyor muydu?" diye soruyordum kendime. Bu durumun diğer karşılığı yer çekimsiz alan demek, o kadar boşlukta hissetmek.
İnsan için duygularının körelmesi içinden çıkılmaz bir durum. ... Öfkelenmeyi özlediğimi hatırlıyorum, içimdeki en yoğun duygunun öfke olduğunu bildiğim halde. Sonra zaman ile yeniden hissetmeye başladığımda halihazırda sevdiğim bir öfkem vardı. Böylelik ile onu kontrol altına almayı öğrenmeye başladım. Çünkü sen onu kontrol altına alınca, onun seni kontrol etmesinin tersine, her şey yolunda oluyor. Hatta öfkelenmek, sevmek gibi son derece doğal ve gerekli. Yaşadığının belirtisi...
Sevmeye kendinizden başlayın. Öfkeniz dahil bütün kusurlarınızı sevin. Sevginin sizi ehlileştirmesine izin verin.
Ve kucak kucak sevgiler
Ben öfkemi sevmeyi hiçbir şey hissetmeyecek kadar hissizleştiğimde öğrendim. Artık hiçbir şeyin beni öfkelendirmediğini fark ettiğimde. Bazı durumlar oluyordu ve ben "Burada sinirlenmem gerekmiyor muydu?" diye soruyordum kendime. Bu durumun diğer karşılığı yer çekimsiz alan demek, o kadar boşlukta hissetmek.
İnsan için duygularının körelmesi içinden çıkılmaz bir durum. ... Öfkelenmeyi özlediğimi hatırlıyorum, içimdeki en yoğun duygunun öfke olduğunu bildiğim halde. Sonra zaman ile yeniden hissetmeye başladığımda halihazırda sevdiğim bir öfkem vardı. Böylelik ile onu kontrol altına almayı öğrenmeye başladım. Çünkü sen onu kontrol altına alınca, onun seni kontrol etmesinin tersine, her şey yolunda oluyor. Hatta öfkelenmek, sevmek gibi son derece doğal ve gerekli. Yaşadığının belirtisi...
Sevmeye kendinizden başlayın. Öfkeniz dahil bütün kusurlarınızı sevin. Sevginin sizi ehlileştirmesine izin verin.
Ve kucak kucak sevgiler
8 Eylül 2016 Perşembe
Mavi Kalpli Sevmek
…
Başını kaldırdı ve sordu Leyla’ya, “ Mavi kalpli sevmek mi?
Bu ne oluyor kızım kalbin mavisi mi olurmuş?”.
Tebessümle karışık bir merhametli bakış oluştu Leyla’nın
yüzünde. Eğildi ve kim bilir kaç zamandır yıkanmadığından artık nasırlaşan
elini tuttu Cepli Dedenin “Olur ya dedem, olmaz olur mu hiç. İnsanların nasıl
ki renkli renkli tenlisi, değişik renklerde gözlüsü, saçlısı oluyorsa kalbinde
mavisi olur elbet. Sen hiç taş kalpli insan tanımadın mı?” hemen atıldı yaşlı adam
“Gördüm elbet görmem mi?” “O taş kalpli olan insanın kalbi siyahtır mesela, o
nedenden etrafında olan güzelliklerden habersiz ilerler durur, kendini kemirgen
çirkin duygulara kaptırır, kararmış kalbiyle yaşamak aslında onun için bile zordur.
Işığın olmadığı ve ayın bile aydınlatmadığı bir gece düşün bir hayli zor olmalı
yaşamak.”.
Yaşlı adam nasırlaşan ellerini kirli sakalında gezdirirken
Leyla’nın dediklerini onaylar gibi bir ağız hareketi yaptı. Biraz düşündü sonra
yine atıldı “ Başka renkleri de var mı kalbin” Leyla tebessümle kırptı
gözlerini “ Vardır elbette, aslında insan hangi rengi hissediyorsa odur
kalbinin rengi”. Adamın ellerini tuttu ve “Kapat bakayım gözlerini hadi hadi
kapat ne görüyorsun şimdi?” .Cepli Dede şaşkın şaşkın ve mutlu bir ifade ile
gözlerini kapattı biraz bekledikten sonra anlatmaya başladı, “Meyve bahçeleri
görüyorum uçsuz bucaksız, ama öyle sadece elma portakal değil, hepsinden var,
bir sürü de çocuk var bahçemde salıncaklar kurmuşlar ağaçlara, bol bol yiyorlar
meyvelerden.” Leyla dayanamadı ve yanaklarını sıktı Cepli Dedenin, adamcağız
bir şaşkınlık ile açtı gözlerini ve kirin iyice kalınlaştırdığı çizgileri
gülünce iyice derinleşti. Leyla “ Bak gördün mü senin kalbin de yeşilmiş, uçsuz
bucaksız.” dedi, sonra ekledi, “Sana neden Cepli Dede dediklerini anladın mı
şimdi, sen kalbi kocaman bir adamsın, insanlar seni sürekli birileri ile bir
şeyler paylaşırken görüyor, bir köşesi sökülmüş ve artık iyice eskimiş olan
paltosunun cebine baktı ve şu cebinde hiç bitmeyen bir hazine olduğunu
düşünüyorlar.” dedi. Yeşil kalpli Cepli Dede iyi şeyler düşündüğü yüzünden
belli olan mimikler yaparken gökyüzüne bakıyordu. Kendi kendine mırıldandı “Yeşil
kalp, yeşil kalpli Cepli Dede, yeşil…” . Leyla da büyük bir keyifle onu
izliyordu. Sonra çevirdi başını gökyüzünden, “ Anladım” dedi “Şimdi anladım
senin gelip gelip bu gökyüzüne neden bu kadar çok baktığını, neden mavi kalbin
senin”. Leyla bir çocuğun hayallerini anlatırken ki heyecanlanması gibi büyük
bir heyecanla konuşan Yeşil kalpli Cepli Dedeye baktı “Nedenmiş” dedi. “ Tamamı
sevgi ile dolu kalbinin, ben senin hiçbir şey hakkında kötü düşündüğünü ya da
bir şeyi beğenmediğini duymadım şimdiye kadar. Anladım şimdi kalbin mavisi de oluyormuş
anladım”. Birbirlerine baktılar ve tamamen sevgi ile dolu olan kalplerini
sarılarak daha da yakınlaştırdılar, uzunca sarıldılar. Sonra atıldı Yeşil
kalpli olan, “Sen şimdi kendini yazıyorsun yani, Mavi Kalpli Sevmek seni
anlatacak öyle mi?” Leyla tebessümünün tüm yüzünü kapladığı sıcaklıkla gözlerini
kırptı. Yaşlı adam yine atıldı “ Yeşil olanından da yazar mıyız sonra?”. Leyla “
Yazarız tabii yazmaz mıyız”, dedi. Sonra yaslandılar ağaca ve Mavi kalpli
sevmek kitabını yazmaya devam ettiler.
Kalbinizin rengi mavilikler ile dolsun.
6 Eylül 2016 Salı
Selam,
Senelerdir yazmayı çok seven ama bunları paylaşmaktan çekinen biri olarak süregelen hayatımda, bu yıl bana ışık tutan olaylar oldu. Beni cesaretlendiren kişileri de unutmamalıyım tabii. Olaylardan ve kişilerden aldığım iştahla bi' cesaret açtım blogumu.
E başlayayım o zaman. Hoşbuldum...
Not: Bana bu cesareti veren arkadaşım Melis'e sevgiler.
Senelerdir yazmayı çok seven ama bunları paylaşmaktan çekinen biri olarak süregelen hayatımda, bu yıl bana ışık tutan olaylar oldu. Beni cesaretlendiren kişileri de unutmamalıyım tabii. Olaylardan ve kişilerden aldığım iştahla bi' cesaret açtım blogumu.
E başlayayım o zaman. Hoşbuldum...
Not: Bana bu cesareti veren arkadaşım Melis'e sevgiler.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)